Belgrad, Terörle Mücadele ve Rudnik

Evet, haftada bir gelen yazıları ayda bire düşürmüş, sonra “aylarca da bir” yapmış, peşinden çaat diye yılda bir haline getirmiş olduğumdan, nerede kaldığımızı siz unutmuşsunuzdur diye son yazısının linkini buraya bırakıyorum. Zira ben bile unutmuştum sdfjdj

Evet, eleman kapıyı açmaya çalıştı, bir iki yokladı, kapıyı falan vurdu ama ışığı falan da kapattığım için daha fazla uğraşmadı. Kim bilir, ne saçmalayacaktı yine. Manyak mıydı neydi. Manyaktı. Belki dünyanın manyaklara ihtiyacı vardı ama benim şu an içinde bulunduğum şartlarda böyle bir ihtiyacım yoktu. Sanmıyorum ki dünyanın da bu tip bir manyağa ihtiyacı olsun. Dünyanın da yoktur. Olsaydı bilirdim. Bu manyak, delilikle dahilik arasında gidip gelmiyordu, çoktan seçimini yapmış, delilik tarafında kalmıştı.

Zor da olsa uyumuş, güzel bir sabaha uyanmıştım. Hostel parasını geceden vermiş olmanın rahatlığı ve manyağa yakalanmadan çıkabilmenin önemiyle aceleyle toparlanıp, bisikleti hazırladım. Bu sırada hostelin sahibi amca ile karşılaştık ama İngilizce bilmediği için aramızda el işaretlerinden başka bir diyalog olmadı. Manyak duyar da çıkar diye pek ses çıkarmamaya özen gösterdiğimi belirtmeme gerek yok herhalde sdufdj

Belgrad’a pek fazla yolum kalmamıştı. Sabahın güzelliğiyle dümdüz yolda Belgrad’a ulaşmam çok uzun sürmedi. Ana yollardan sapıp, dev gibi parkların içinden şehir merkezine ulaştım. Daha sonra tekrar Belgrad’a geleceğim için buralarda pek oyalanmadım. Yolumun üstündeki Kızıl Yıldız stadyumuna gittim, kendime harika bir Kızıl Yıldız kupası aldım. Biraz dolaştıktan sonra yoluma devam ettim. Hedefim, Rudnik’te bir komünde yaşayan Güneş’in yanına gitmekti ama önce yolumun üstündeki Kosmaj anıtını görecektim. Belgrad’dan çıkarken pastanemsi bir yerden pizzalar, poğaçaları yüklenip Garmin’in bana çizdiği rotadan Kosmaj anıtına doğru devam ediyordum. Saçma sapan ara sokaklardan şehrin dışına doğru tırmanırken, sağ tarafta gördüğüm kahveye benzer mekanda durup bir bira içmeye karar verdim. Nihayetinde saat 12’yi geçmişti. Saat 12’yi geçtiyse bira içilir çünkü. Geçmeden de içilir tabi ama ben yine de geçmesini bekliyordum.

Mekan düğün salonu ile kahve arası bir yerdi. Bisikleti kapıda bıraktım, içerideki amcaların ne olduğunu anlamaya çalışan bakışları arasında bir masaya oturdum. Çantayı vesaireyi bir kenara itip, kalkıp dolaptan biramı aldım. Artık o kadar relaks takılıyordum. Amcalar da kendi hallerinde takılıyorlardı. İçtikleri şey muhtemelen rakija olmalıydı. Duvarda yine Radovan Karadzic fotoğrafı vardı. Bu adamın fotoğrafının olduğu yerlerde kendimi çok rahat hissetmiyordum. Bana bir zarar ya da taciz geleceğinden değil de, böyle bir at kafasını duvara asabilecek insanlarla muhabbet etmek istemiyordum. Hayır, fotoğrafı görmesen ve konuşsan, ne kıyak adamlarmış bunlar ya dersin. Zaten Sırplar genel olarak kıyak adamlar. Yesin, içsin, aylak aylak muhabbet etsin. İş siyasete gelmediği sürece sorun yok. Neyse. Hızlıca iki bira içip yola devam ettim. Acıkmıştım. Yemek yiyeceğim bir yer bakınarak, Kosmaj anıtına doğru sürmeye devam ediyordum. Sırbistan’a girdiğimden beri çok nadir kendi yemeğimi yapar olmuştum, zira yemek fiyatları çok uygundu. Fiyatlar bu kadar uygun ve yiyecekler bu kadar güzelken kendim yemek yapmakla uğraşamazdım valla. Kendim yapsam neredeyse daha maliyetli oluyordu, taşıdığın yük de cabası dshfds.

Güzel yollardan tırmanırken sol tarafta gördüğüm bir büfe/restorana daldım. Birkaç masa doluydu, bazıları yemeklerini yiyor, bazıları yemeklerini bekliyordu. Yiyecek olarak ne var diye sordum, anlamadılar, bir şeyler dediler ben anlamadım, öyle zorladım, böyle zorladılar ve en sonunda yok dediler. Nasıl yok aq? Izgarada çevapiler dönüyor bu arada, görüyorum. Atalarımızdan gelen işaret dili tekniğiyle “aha var” diyorum, aynı atalardan olmadığı belli olan bir işaret diliyle “yok” diyor. Herhalde bunlar sonuncular, yoksa neden vermesinler aq diye düşünüp, mağlubiyeti kabul ederek mekandan çıktım. Ama bi itlik hissetmedim de değil. Bence anlaşmaya uğraşamadılar. Ulan şimdi bu turiste kim laf anlatacak falan diyip siktir ettiler beni. Umarım öyle yapmamışlardır ama öyle yapmışlar gibi geliyor. Ya da belki sadece son porsiyonlarıydı. Bilmiyorum ve buna neden bu kadar takıldığımı da bilmiyorum. Yiyemedik işte aq, neyin derdindeyim burada anlamadım ama en azından bi yerlerden tavuk mavuk çıkardı gibi geliyor bana dsjfdsj.

Velhasıl, birkaç kilometre daha sürdükten sonra yol kenarında başka bir restoran gördüm. Burası biraz ciks görünüyordu. İçeri girmeden, yiyecek bir şeyler var mı diye sordum. Az önceki saçma tecrübeden kaynaklı olarak temkinli davranmıştım. Bu temkinli davranışım, kuruluş amacı insanları doyurmak ve karşılığında para kazanmak olan bir yer söz konusu olduğunda saçma bir soru gibi göründü tabi. Bunun farkındaydım ama yaşadığım tecrübeleri bilemezlerdi elbette. Bu hayatı ben yaşıyordum aslanım, bakma öyle alık alık yüzüme. Yiyecek bir şey var mı diye soruyorsam, bi bildiğim vardır. Sen “da (evet)” ya da “ne (hayır)” de. Uzatma, yargılama, bana sadece kısa cevaplar ver ve menüyü uzat!

Uzattı. Tüm menü Sırp alfabesiyle yazılmıştı. Harfleri ufak ufak seçmeye başlamıştım ama henüz o kadar iyi değildim. Bir de okuyabilsem de zaten kelimelerin anlamını bilmiyordum. Bir yemek adı ama o yemek ne yani? Ben bir uzaylı gibi menüye bakarken yan masamdan İngilizce bilen çift yardım edebileceklerini söyledi. Bana tavsiye üzerine bir çorba bir de yemek söylediler. Aç olduğum için ne geleceğini hiç düşünmedim. Yemek seçerim elbette ama Sırbistan’da böyle riskler yok. Yemeklerde dere otu yok, kereviz yok, bakla yok. Varsa da bana denk gelmedi. Haliyle ne gelse zaten et ürünü oluyor. Et olunca bir şekilde yeniyor. O yüzden pek risk yok. Gelen yemekler de tatmin ediciydi, keyfim yerine gelmişti. İngilizce bilen çiftle tur hakkında biraz konuştuktan sonra tekrar yola çıktım.

Kosmaj anıtını fotoğraflardan görmüştüm ve neredeyse tüm Yugoslav anıtları gibi bunun da tepelik bir yerde olduğunu tahmin ediyordum. Saatler akşam olmaya yakındı, çadırı kurmak için en fazla iki saatim kalmıştı. Yolda olabildiğince hızlı ilerlerken, ufuktaki tepelerin en tepesinde, gideceğim anıta benzeyen bir çıkıntı gördüm. Garmin gideceğim yere 15 kilometre kaldığını söylüyordu ama bu gördüğüm çıkıntı sanki üç milyon kilometre uzaklıkta gibiydi. Yok lan orası değildir falan diye kendimi teskin ediyordum. Hem çok uzak görünüyordu, hem de y.rak gibi dev bir tepenin, en tepesindeydi. O saatte hiç gitmek istemezsin oraya, öyle itici, öyle korkutucu görünüyor.

Bir sağa dönüyorum, bir sola dönüyorum, o tepe yine karşımda beliriyor tepesindeki çıkıntıyla birlikte. Garmin’e bakıyorum, hala 5 kilometre kaldığını söylüyor ama tepe hala çok uzakta görünüyor, üç milyon olmasa da en az bir iki milyon kilometre falan var yani hala. Yok ya, orası değildir falan diyorum kendime hala ama içten içe orasının olduğunu da anlamışım tabi. Yaptığım şey kendimi kandırmak. Bazen oluyor bu. Yokuş çıkmak değil de, çok uzaklardan görüp, “yok lan orası da değildir” falan diye monologlara girdiğim yerin, “orası” çıkmasını kabul edememek gibi. Hayır, neyin kabul edememesi bu aq. anıt resmen kendini gösteriyor işte, hala kabul edememek ne demek. Garipleşiyor insan bazen, yoksa sadece bana özel bir saçmalık mı? Neyse. Velhasıl, son 3 kilometrede artık korkularıyla yüzleşip yatağın altına bakmaya cesaret eden karlar kraliçesi pijamalı küçük bir kız çocuğu gibi tepeye tırmanmaya başlamıştım. Hava kararmaya çok yakındı. En fazla yarım saatim kalmıştı. Bölgenin ağaçlarının yüksek olması sebebiyle neredeyse karanlıkta sürüyormuş gibi tırmanmaya devam ettim ve anıta ulaştım.

Üç milyon kilometre uzaktan göründüğü kadar güzeldi. Fazla zamanım olmadığından hızlıca birkaç fotoğraf çekip, kamp yapabileceğim bir yer aramak için tekrar bisiklete bindim ve ertesi gün gideceğim yöne doğru sürmeye başladım. Anıt, Kosmaj Partizan Müfrezesinin ölen askerleri anısına yapılmış.

Tepeden aşağı süzüldükten hemen sonra sağ tarafımda bir futbol sahası ve karşısında koca bir ağaç altında kamp yapılabilecek bir düzlük buldum. Hemen ağacın altına çadırımı kurup yemeğimi yedim, şarabımı emikledim. Arasıra gelip geçen ya da sağda solda park eden araçlara aldırış etmeden, sürekli haylayan başıboş köpekleri s.klemeden deliksiz bir uyku çektim.

Sabah uyandığımda, çadırın dışında yüzlerce insan sesi vardı. Maç mı vardı acaba diye düşündüm ama sabahın köründe ne maçı olacaktı aq. Çaktırmadan çadırın fermuarını araladım. Kafamı çıkarmadan göz ucuyla dışarı baktığımda en az 4 otobüs dolusu, tam teçhizatlı polis ve birkaç tane zırhlı araç gördüm. Terörle mücadele beni almaya gelmişti dshfsdh Bir anda Sırbistan polis teşkilatının kucağına düşmüştüm. Pasaport falan sorsalar da Kosova damgasını görseler belki s.kertecekler beni oracıkta. Açıkçası hafif bir irkildim ancak onlar pek benimle ilgileniyor gibi görünmüyorlardı. Muhabbet, gülüşmeler falan vardı. Yavaşça çadırdan çıktım. Kimse bana dönüp bakmadı bile. Yavaşça toparlandım, kahvaltımı yaptım. Polisler de bu sırada dörtlü sıra yapmışlar, operasyon ciddiyetinde yürüyüşe başlamışlardı. Tam da benim gideceğim istikamete doğru gidiyorlardı aq. Yarım saat kadar bekleyip yola çıktım.

15 dakika sonra polislerin ensesindeydim. Bir sıra yolun sağında, bir sıra solunda, ellerde tüfekler, gayet ciddi bir şekilde yürüyorlardı. Sanki ördek avındalar aq. Acaba aralarından geçip gitmeme izin verirler mi diye düşünerek hafiften yaklaştığım gibi, komutanları olduğunu düşündüğüm korkunç bakışlı abinin, ikna edici bir el hareketi ve o korkunç bakışlarıyla bana “gelirsen s.kerim” demesine müteakip, acı bir frenle kenara çekip, yol kenarındaki ormanlık alanda zorunlu bir mola verdim. Yaklaşık yarım saat orada boş boş oturdum. Tuvaletimi falan yaptım. Şarkı söyledim. Acaba gitmişler midir diye düşündüm. Çattık aq diye söylendim. Sonra s.kerler aq ya, ne olursa olsun yavşaklar falan diye kendi kendime cesaretlenip, aşırı yavaş bir şekilde sürmeye başladım. Cesaretlenmiş ama yavaş sürüyor. sdfdsjjsd Cesaretimi s.keydim. Neyse. Çok değil, en fazla bir kilometre sonra az önce sanki bana komando olan koca koca herifler, yerlerde uzanmış sigara içip liseli ergen gibi şakalaşıyorlardı. Hay ben size dedim. Selam verirken A.C.A.B. dedim. İçimden.

Öğlen saatlerine doğru yine bir restoranda bira molası verdim. Yol çalışması sebebiyle keyifsiz bir sürüş oluyordu. İki bira içip, biraz muhabbet edip yola koyuldum. Yol çalışması aralıklı olarak devam ediyordu. Bir başka yol çalışmasını geçtikten sonra yol kenarındaki bakkaldan ekmek arası bir şeyler yaptırıp, bir bira eşliğinde gömüşledim. Güzel içmişim o gün sdfhdsh Yol çalışması yapan dayılarda mola verip, onlar da biralarını içiyorlardı. Köyden çıkışta iki genç beni durdurdu. Ayaküstü muhabbet ettik. Yardıma ihtiyacım olup olmadığını falan sordular. Buralarda ara ara oluyor bu. Yardım etmeyi seviyorlar. Az önce bir bira içmiştim, artık yardıma ihtiyacım yoktu dshsh.

Kısa bir sürüş sonrası Rudnik’e ulaştım. Güneş, bir kafede beni bekliyordu. Daha önce birbirimizi hiç görmemiş, hatta ben tura çıkmadan önce hiç konuşmamıştık bile. Karşılaştığımızda ilk söylediği şey “ne işin var senin oğlum buralarda” oldu djfdjs Buraların bu kadar güzel olduğunu bilseydim, daha önce gelirdim. Sanki yılların dostu gibi sarılıp, kafeye geçtik. Biraz sohbet sonrası, Güneş’in Sırp bir yazar olan Bozidar Mandic (Boşko) ile birlikte yaşadığı komüne geçecek ve orada yaklaşık iki hafta kadar kalacaktım.

İlk yorum yapan sen ol!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir