Estergon, Budapeşte ve Taliban!

Duşan’la, eşiyle ve üç gün boyunca bana nefes almadan havlayan şerefsiz köpeğiyle vedalaştıktan sonra, -ki gerçekten, köpekle de vedalaştım, o beni sevmese de, böyle konuşsam da köpek hayvanını severim ben-, hızlı bir şekilde ayı görmenin anormal karşılandığı ülkelere doğru gitmek üzere yola çıktım. Hedefim Macaristan’dı. Buda’yla Peşte’ye bakacağıdım, Estergon kalesini yeniden fethedecektim, Tuna nehrinin akıp akmadığı ile ilgili spekülasyonlara son verecektim. Hedeflerim büyüktü, hedeflerim belki kulağa çılgınca geliyordu ve hatta bazılarınıza göre imkansızdı ama ben neden böyle bir giriş yaptım ya? Neyi ispatlamaya çalışıyorum acaba. Neyse.

Macaristan’a doğru, üç gün önce geldiğim yolları aşarak ama özellikle ayı korkusuyla (halk arasında siz buna göt korkusu da diyebilirsiniz) yüzleştiğim bölgeden uzak durarak, yardırma efektiyle güneye doğru sürmeye başladım. Arada ufak kasabalar, köyler, bilimum şehirler geçiyordum ama pek ilgilenmiyordum. Zaten yolum azdı. Garmin’e Estergon’a gitmek istediğimi söyledim ve onun bildiğiniz gibi, gayet şefkatsiz olan kollarına kendimi bıraktım. Yollarda yağ gibi akıyordum. Ufak bir kasaba görünce, bu kasabada bir de bisikletçi görünce, artık dilenci donuna dönen gidon bandını değiştirmeye niyetlenip, bir tane gidon bandı aldım. Burada özel bir şey yok ama yazıyı doldurmak için böyle gereksiz bilgilere de yer vermek lazım. Hep komikli, hep maceralı şeyler yazılmıyor. Hatta size piskletforum turcularının yaptığı olay yeri tespit tutanağı gibi yazılar yazarım, apışır kalırsınız. sdfhjs. Ben de eğleneyim azıcık.

Velhasıl, olabildiğince hızlı bir şekilde Macaristan’a ulaşmak istiyordum. Macaristan’da görmek istediğim özel bir yer yoktu. Budapeşte’ye bakıp, hızlıca Sırbistan’a geçmek istiyordum. Balkanları çok özlemiştim. Balkanların coğrafyasını, insanını, yemeklerini, ucuzluğunu, teknik olarak her şeyini özlemiştim. Üstelik görülecek baya Yugoslav anıtı vardı, Güneş’le görüşecektim, hanımım da gelecekti falan. Macaristan benim için yol üzerindeki bir duraktı sadece. Nitekim, ben bu düşünceler içinde ilerlerken, birden karşıma Macaristan tabelası geldi. Saçma sapan arazi yolundaydım, orada ülkeler arası bir geçiş olacağını düşünmemiştim ama “Cem Uzan’a Hapis Şoku”ndaki Cem Uzan şoku gibi bir şokla Macaristan’a girivermiştim. Yol da dediğim gibi, kuş uçmaz, kervan geçmez, tarlalar arasından geçen, çukurlu, çamurlu toprak bir yoldu.

Ben kendimi Garmin’e bırakmış gidiyordum tabi. Sınırda bana pasaport sorulmadığı sürece hangi ülkede olduğum pek önemli değildi. Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde Macaristan’a girmiştim işte. İrdelemenin anlamı yoktu. Nitekim, ben bu düşünceler içinde ilerlerken, birden karşıma yine Macaristan tabelası geldi. Az önce girmiştim, farketmeden çıkmışım, o an yine Macaristan’a girmiştim. Gir çık yapa yapa ilerliyordum. Acayip üniversal bir insandım. Medeniyetler arasında bir köprü oluşturmuştum adeta. Nitekim, ben bu düşünceler içinde ilerlerken, karşıma bir köprü geldi ve tekrar Slovakya’ya girdim. Slovakya’ya girince kasabadaki bakkala uğrayıp yiyecek atıştırmalıklar ve birkaç bira aldım. Sürekli ülke değiştirmek beni biraz yormuştu. Bi de cebimde biraz Euro vardı, onları da eriteyim dedim. Yoksa alkolik falan değilim yani.

Bir süre daha ilerledikten sonra Tuna nehri üzerindeki büyükçe bir köprüden geçerek, son kez Macaristan’a geçtim. Tuna nehrini geçmediğim sürece bir daha Slovakya’ya girme ihtimalim kalmamıştı. Bir sayfayı daha kapatmış, bir ülkeyi daha geçmiştim. Ayıları olmasa güzel ülke aslında.

Köprüden sonraki ilk Macaristan şehri, Estergon’du. Solda tepede Estergon kalesi ve Tuna boyunca yayılmış parklarla, bahçelerle güzel bir şehirdi. Minik şehirleri severim. Şöyle bir dolaştıktan sonra, booking üzerinden rezervasyon yaptığım hostele geçtim. Rugby otel. Ben ismi öyle sandım ama adamların baya rugby takımı falan var. Yan tarafta antreman sahaları var. Ben bayılıyorum böyle şeylere, hemen bir rugby maçı yapasım geldi orada. Eşyaları odaya yerleştirdim, kocaman, 10 civarı yatak olan bir odaydı. Benden başka kimse kalmıyordu. Eşyaları bırakıp, duşumu alıp, kendimi Macar biralarının kollarına bırakmak için otelin bahçesine indim. Biraz yazı yazdım, birkaç bira içtim. Keyifli ve verimli bir akşamdı. Gece yatmaya gittiğimde odaya biri daha gelmişti. Başka yatak yok gibi gelmiş benim yatağımın yanındaki yatağa yerleşmiş. Seçtiğim yatağın başında priz olmamasını bahane ederek, prizli bir yatağa geçtim. Elin adamına bak hele ya.

Ertesi gün, Budapeşte’ye gidecektim. Oldukça yakın ve hemen hemen dümdüz yoldu. Eğlene eğlene kalktım, atıştırmamı yaptım, yavaş yavaş yollandım. Budapeşte’de de bir hostel ayarlamıştım. 5 euro abi. 5 euroya hostel varsa neden gidip çadır kurayım. Hızlıca Budapeşte’ye ulaştım, şöylece bir etrafı gezindikten sonra hostelin bulunduğu apartmana ulaştım. Adreste yazan zile basıyorum ama açan yok. Ses veren yok. Gelip karşılayan yok. Mal gibi kaldım ortada, etrafa bakınıyorum avel avel. Bir götlük var işin içinde ama anlayamıyorum tabi. Apartmana giren çıkan da yok, kimselere soramıyorum. Birkaç denemeden sonra, sonunda biri megafondan seslendi. Derdimi anlattıktan sonra kapıyı açtı. Birkaç apartmanın birleştiği ve ortada genişçe bir apartman boşluğu bahçenin olduğu, eski ve güzel bir binaydı. Merdiven altına bisikleti bıraktıktan sonra, gerekli eşyaları yüklenip hostelin olduğu kata çıktım. Kapıyı Taliban açtı sdkjfhsdkfds

Sakallı, esmer, şalvarlı bir adam açtı kapıyı. Aha dedim. Yine piyangodan doğru numarayı çektin aq. Hostel diye örgüt evine gelmiştim. Birazdan Suriye’ye doğru IŞİD personeli sevkiyatı yapılacaktı ve ben de karambole gidecektim. Nitekim, benim de sakallarım vardı, uzun saçlıydım, küpenin olduğu kulağı kesip atarsan -ki onu çıkarmak için başka bir yol uygulayacaklarını sanmıyorum- ben de bir ışid’li olabilirdim. Orasının örgüt evi değil de hostel olduğunu teyit ettikten sonra içeri girdim. 5 Afgan, arapça konuşuyordu. Yerde seccade, duvarda Kuran asılıydı. Sehpanın üzerinde bir dizüstü bilgisayar ve sigara izmaritleri vardı. Ranzalar odanın çeşitli yerlerine yerleştirilmişti. Dinamitleri göremedim. sjhdfjs. Macaristan’da aynı fiyatta bir sürü hostel varken örgüt evini bulmuştum. Ya ben ne cenabet adamım. Yanlış yollara girince Garmin’e falan laf sokuyorum ama Garmin’de suç yok. Bu tamamen benim cenabetliğim. Garmin sadece cenabetliğime rehber oluyor sjhfsj.

Çekya’da böbrekleri bırakıyorduk, burada da örgüt üyeliğinden içeri alınma ya da cihat savaşına katılma riskim oluştu. Ki ben müslüman bile sayılmam. Sonumuz hayrola diyip bir ranza seçtik kendimize. Yatağın altını kontrol ettim, kalaşnikof yoktu. Evde sürekli bir eğlence ve gerilim hakimdi. Bazen gülüyorlar, bazen sinirleniyorlardı. Anladığım kadarıyla hostelin tek müşterisi bendim. Diğerleri öyle takılıyorlardı. Hostelin sahibinin kim olduğunu bile anlayamadım. Türkiye’den olduğumu öğrenince kaçınılmaz olarak biraz Tayyip muhabbeti de yaşadık tabi. Elbetteki çok seviyorlardı. Konuşmaya devam edersem domuz bağı yapıp bir kamyonun arkasına atabilirler diye konuyu uzatmadım. Duş bile almadan kendimi dışarı attım.

Bulunduğum bölge çok güzeldi. İnsanlar rahat, hanımlar güzel, biralar ve yemekler uygundu. Macaristan’ın bol sıfırlı paralarından çekip, cebimde çok para varmış hissiyle dolaştım. Birkaç mekanda bira içtim, bir mekanda pizza yedim. Hava kararana, iyice gece olana kadar dolaştım. Hostele dönmeyi olabildiğince geciktirmeye çalışıyordum tabi dsjfsd. Hostelin hemen altında, çok klas bir mekan görünce geceyi orada sonlandırdım. Normal biralardan sattıkları gibi, kendi yaptıkları biralardan da veriyorlardı. O kadar çok bira çeşidi vardı ki, hayvanöküzü gibi hepsinden içesim vardı ama içmedim tabi. İki üç bira içip, sokakta yalnız başına dolaşan köpeklerle sohbet ettim.

Bira faslım bittikten sonra, Taliban hostele geri döndüm. Kapıda yine biraz bekledim ama bu sefer daha az bekledim. Tüm kabile mutfakta toplanmıştı. Orada da ayaküstü biraz sohbet ettikten sonra, kendilerine cihat yolundaki mücadelelerinde başarılar diledim ve tek gözüm açık bir şekilde uyku moduna geçtim. Adamlar belki çiçek gibi insanlardır, bilmiyorum ama müslüman bir ülkede yaşınca insan aşırı müslümandan daha bir çekiniyor sdjfas.

Macaristan güzel bir ülke diyemem ama Budapeşte gerçekten çok güzel bir şehir. Orada yaşamak istersin yani. Budapeşte’den ve Estergon’dan başka şehir gibi şehirden geçmedim ama geçtiğim kasabalar gerçekten tırrıktı. Budapeşte gezdiğim onlarca ülke ve şehir içinde benim en çok “yaşanır la burada” diyebileceğim şehirlerden biriydi. Düzenli ve güzel bir şehir. Bisiklet yolları mükemmel. Yollarda bisikletliye saygı maksimum. Şöyle bir saçmalık yaşadım. Kaldırımdaki bisiklet yolundan gidiyordum. Hemen solumuzda da anayol var. İleride, anayoldan sağa, bisiklet yolunu kesen bir sapak giriyor. Sapağa 30 metre civarı mesafe varken, yanımda hemen hemen aynı hızla giden aracın sağa sinyal verdiğini görünce ben yavaşladım. Adam da yavaşladı. Ben durdum. Adam da durdu. Arabaya baktım, geçsene diyorum. Adam anlamaz gözlerle bana bakıp, geçsene diyor. sdjfsj. Bir süre anlaşamadıktan sonra geçtim ben. Türkiye’de o arabanın üstümüzden geçeceğine emin olduğumuzdan dolayı, bizde otomatik refleks gelişmiş. Araba geliyorsa ben dururum. Yolun kimin hakkı olduğunun önemi yok. Mesela, Ümraniye’deki herhangi bir yolun hakkı, Afrika’da safariye çıkan jipin bile olabilir ama benim olamaz. Memleketim sürücününü algısı bu şekilde olduğu için, haklılık haksızlık denklemi üzerine kafa yormuyorum. Benim bedenim, benim kararım diyor ve duruyorum. Yoksa ezer geçer bu hayvanöküzleri sdhjfsd. İşte medeniyetin tek dişinin kaldığı coğrafyalarda öyle olmuyor. Adamlar neden geçmiyorsun diye anlamayan gözlerle bakıyorlar sana. Türkiyeli olmak zor zanaat.

Velhasıl, Budapeşte’den ayrıldıktan sonra, güneye doğru, Sırbistan’a doğru sürmeye başladım. Yolum Tuna nehrini takip ediyordu. Kısmen eurovelo 6 numaralı yolu takip ediyordum, kısmen normal yolları. Niyetim iki günde Sırbistan’a ulaşmaktı. Dümdüz yollar, minik köy ve kasabalar arasında ilerliyordum. Pek bir aksiyon, görülmesi gereken şey yoktu. Yollar dümdüzdü ama bisiklet camiasının en karanlık düşmanı kafa rüzgarı da alnımın çatısına çatısına vuruyordu. Gün sonunda 90 km civarı ancak gidebilmiştim ama yorgunluktan ölüyordum. Tuna nehri kenarına doğru inip, hiçliğin ortasında, sakince akan sulara bakarak kampımı kurdum. Yemeğimi yapıp, kamp öncesi son köyden aldığım biraları yudumlamaya başladım. Ben sakince akan suları izlerken, yürüyüşe çıkan iki aile geldi. Kendileri için haşladıkları mısırdan bir parça da bana verdiler. O an için dünyanın en güzel mısırıydı.

Sabah uyandığımda, aklımdaki tek şey, kalan 150 kilometre yolu aşıp, Sırbistan’a girmekti. Anlamsızca zorluyordum. Peşimden koşturan da yoktu, kaçıracağım bir şey de. Neden zorluyordum? Çünkü Osman abi beni gazlıyordu dsfhsdhsd Bazı günler telefonun internetini açıyordum. O gün de interneti açtığım günlerden biriydi. WhatsApp’ın diğer ucundaki Osman beyler sürekli gazlıyordu beni. “Dümdüz yol” diyordu, “ne var olm ortalama 20 ile gitsen, 6 saat sonra oradasın” diyordu, “yollara bakıyorum, fıstık gibi asfalt” diyordu. Adam gazladıkça ben basıyordum, zira gaza gelen bir piçimdir. Hemen coşarım, o “yaparsın” dedikçe, “yaparım aq” diyordum. O “dümdüz yol” dedikçe, “yol dümdüz aq, bassam hallolur” diyordum. Bu gaz modum sadece 40 kilometre falan sürdü tabi. Sonra ben su kaynatmaya başladım. Yapamam demeyle, gözümde büyütmeyle, başlayıp, “ne gerek var”la devam ettirdim. Ama hala basıyordum it gibi. Nedense. Neticede, tur öncesi sakatlığım olan aşil sakatlığım nüksetti, ufak ufak ağrı başlayınca hemen çektim fişi. Mümkün olduğunca yavaş bir şekilde, ilk kamp atabileceğim yere kuruldum. Bacaklarımı uzatıp, sebepsizce zorladığım 110 kilometrenin tadını çıkardım. Ya ne yapacağıdım?

2 Yorum
  1. sabitkamera dedi ki:

    Kamu spotu: Osman Bey sağlığa zararlıdır.

  2. Otman dedi ki:

    Evlat olsa sevilmez. Bu aralar fazla ismi geçmeye başladı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir