Harika Birkaç Gün ve Korku Dolu Bir Gece…

Efendim selamlar!

Gece hınzır -domuza bizim köyde hınzır derler, domuz demek günah sayılır- sesleriyle birkaç kez uyanmış olsam da, genel olarak iyi uyudum. Sabah uyanıp bir yandan kahvaltımı yapıp, bir yandan toparlanmaya çalışırken, allahın kulu gelmez buraya diye düşünerek kamp attığım yere, bir araba yanaştı. Bahçe sahipleriyle ilgili avrupadan bu yana gelen gerginliğimi, bana hala katlanabilen eski okuyucular bilir. Özellikle İtalya’nın Po Ovası bölgesinde pek kamp yapmaya müsait yerler olmadığından, genellikle birilerinin tarlalarına kurardım çadırı. Her gece, sabah çadırdan çıktığımda burnuma dayanmış bir çifteli olacağından ya da alaca karanlıkta görünmeyip üzerimden traktörle geçileceğine emin olarak yatardım. Bu zamana kadar olmamıştı ama işte, şu an karşımda dört iri kıyım adam ve ellerinde burnuma doğru çevrilmiş bir çifteli duruyordu..

Hoff, yine şaka ya. Hiç aksiyonlu bir turum yok aq. Biri hanım, biri bey iki vatandaş indiler, önce meraklı gözlerle süzüp, sonra selamıma karşılık verdiler. İnsan en azından bi “sen kimsin lan” falan bekliyor ama bunlar da oldukça misafirperverdi. Bir ihtiyacım olup olmadığını, su lazım mı vs gibi sorular sorarak yardımcı olmaya çalıştılar. Üzüm bahçesinin sahipleriymiş, çok kuş dadanıyor mu falan diye sordu ama sadece domuz gördüğümü söyledim. Biraz takılıp gittiler. Onlar gittikten bir süre sonra da ben tekrar yola çıktım. Trnava’ya gidecek ve sevgili dostum Özkan ile görüşecektim. Heyecanlıydım, zira Özkan, bir halısaha maçında tanıştığım ve sonrasında yolumun ayrılmadığı, gençlik sonu-orta yaş başlangıcı döneminin (kendimi artık orta yaşlı hissediyorum ya sdhfhs) en yakın arkadaşlarından biriydi, belki de en yakınıydı. Neyse. Uzun zamandır uzaklarda olmanın etkisiyle, tanıdık bir yüz görecek olmanın verdiği heyecan büyüktü.

Bu gazla hızlıca Trnava’ya vardım. Geçtiğim diğer Slovakya şehirlerine göre oldukça güzel bir şehirdi, tarihi bir dokusu vardı. İşin doğrusu, Slovakya’nın güneyi ne kadar sikkoysa, kuzeye gittikçe bir o kadar güzelleşiyordu. Özkan ve sevgili eşi Özlem’i beklerken, ben de şehri dolaştım, oturdum dondurma emikledim, -olmazsa olmaz tabi- bira yudumladım, beleş wifisi olan dükkanların önünde yancılık yaptım dsjds. Bu büyük bir nimet ya. Yurtdışına çıkan bir vatandaşın internet ihtiyacı hüzünlü şiirler yazdırır. Ama yazmayacağım dsjhf. Ana avrupa ülkelerinde bırak beleş wifi’yi, wifi olan dükkan yok. İtalya’da girdiğim birkaç dükkana wireless şifresini sorduğumda, eskilerin şu meşhur videosundaki Ordulu dayı gibi “wifi mi? wifi ne arar la bazarda?” tepkisi verdiler. Canım ciğerim Slav ülkelerine geri döndüğümde bu sorun kendiliğinden çözülmüştü. Genelde wifi vardı ve şifresiz olma ihtimalleri de oldukça yüksekti. Beleş wifi bulursam çökerim.

Özkan’lar da Trnava’ya ulaştığında hemen buluştuk ve kemik çatırdatan bir sarılmayla birbirimize sarıldık. Ağlamıyorum, gözüme bira kaçtı. Özkan gelirken bir pansiyon ayarlamış, hemen oraya geçip eşyaları bıraktık, duşumuzu aldık. Benim çantaların içinde durmaktan kokmuş ve buruşukluğuyla çöl fotoğraflarını andıran sivil kıyafetlerimi el yordamıyla düzledikten sonra, en iyi yaptığımız şeyi yapmak için dışarı çıktık; bira içmek dashdhk. Özkan’la biz iyi içerdik. Bu göbeğin temelleri, Özkan beylerle yaptığımız halısaha maçlarından sonra gecenin bir yarısı Şile ya da Riva sahilinde yakılan koca ateşin etrafında bira ya da şarap içtiğimiz, ucuz sucukla karnımızı doyurduğumuz günlerde atılmıştı sdjfsdç Tabi ben turda olmam sebebiyle biraz karnı düzlemiştim, o kadar bira içiyordum ama tüm gün pedal çevirerek salıyordum aldığım kalorileri. Neyse.

Birkaç mekan değiştirdikten sonra, en iyisinin yine eski usül olduğuna karar verdik. Bir alışveriş merkezi bulduk, karnımızı doyurduk, biraları yüklendik ve birazını bir parkta, birazını da odamızda gömdük. Uzun zaman sonra gerçekten sevdiğin ve aynı dili konuştuğun insanlarla beraber zaman geçirmek muhteşemdi. Güzel uyudum o gece.

Ertesi sabah bir şeyler yemek için yakınlarda kilise bahçesindeki bir kafeye oturduk. Tost falan söyledik, muhabbet ediyoruz. Tabakta peynir falan var ama masada, binlerce yıl öncesinden beri masalarda yemek yemek için kullanılan aletler arasında kendine sağlam bir yer etmiş çatal yok. Göt loblarını gösterecek kadar kısa bir şort giymekten başka bir özelliği olmayan garson ablaya sekiz yüz farklı şekilde çatal istediğimizi anlatmaya çalıştık ama anlatamadık sadhfds Yetkili başka birini çağırdı, ona da söyledik, okey falan dediler ama çatal gelmedi. Kilise çatala karşı olmalı. Bunun başka bir açıklaması olamaz dshfhdh Bir süre daha mücadele etsek de sonrasında pes edip, her şeyi ellerimizle yedik. Hayır, biz köyde de böyle elimizle yiyoruz ama ne gerek var şimdi? sjdfd

Otele dönüp eşyalarımı toparladım, bisikletime yerleştirdim. Özkan abiler -yaşlarımız yakın olsa da biz böyle Özkan abi, Cem abi, Üfük abi diye sesleniriz birbirimize-, benim yazı yazmak için kullandığım bilgisayar bozuk olduğu için, bana kullanmadıkları bir bilgisayar getirmişlerdi, hem de şarjı uzun süre gidiyor, var mı böyle bir nimet? dshf Onu falan çantaya yerleştirirken, hostelde çalışan -belki de sahibidir, bilmiyorum- eleman, elinde bir paketle geldi. Önceki gün ayak üstü muhabbet etmiştik, bisiklet turunda olduğumu, nerelerden geldiğimi, nerelere gideceğimi falan konuşmuştuk. Bunun üzerine bana ufak bir şans hediyesi vermek istediğini söyledi. Elindeki paket kapalı olduğundan içindenkinin ne olduğunu anlayamadım ama çok çok teşekkür edip, onu da gidon çantama koydum. Özkanlarla kapıda vedalaşırken paketi açtığımda içinden Ciyzıs Krayst ikonası çıktı sdhfds. Hristiyan lobisi iyi çalışıyor valla. İtalya’da kutsal suyla yıkanmalar, burada ikona vermeler falan. Neyse, iyi enerjiye inanırız, İsa abiyi de attık çantaya ve Özkanlar memlekete, bense Banska Bystrica’ya doğru yoluma devam ettim.

Birilerinin evinde kaldığımda yaşadığım o sosyallik sonrası çöküş yoktu üzerimde. Aşırı mutluydum, kuğu gölü balesi yapan balerinler gibi akıyordum yollarda. Ne kadar yol gideceğimin, ne kadar yol kaldığının bir önemi yoktu, eğleniyordum. Hayatımda mühim bir yeri olan insanı görmek çok iyi gelmişti.

Bir hela molası vermek için yol üstündeki bir barda durdum. Bira genel olarak barlarda 1 euro civarıydı ama burada 80 cent’e denk geliyordu. Yalarım ya böyle mekanı. Üstelik interneti de vardı en beleşinden, şifresizinden. Keyfim zaten gıcır, 2 saat civarı oturdum orada, biramı içtim, müzik dinledim, internette takıldım. O zamanın kuruyla 4 bira 10 liraya falan geliyor, böyle fırsat kaçar mı? Böyle bir fırsatı kaçıran olursa herkes onu dövmeli. Böyle fırsatlar kaçmaz arkadaşlar. Böyle fırsatlar ayağınıza her zaman gelmez. Alkolikliğimden değil yani, bira ucuz çünkü. Suyla hemen hemen aynı fiyat. sdfds.

Neyse. Havanın artık kararmaya karar vereceğini hissettiğimde, tekrar yola koyuldum. Haritada ufak gölcükler görünüyordu, yollardan birine sapıp, göle doğru sürmeye başladım. Ortam biraz ıssızdı, hani şu Amerika’nın kırsalında, asla kalmak istemeyeceğiniz ama başka şansınız olmadığı ufak bir hotelde kalırsınız ve sahipleri psikopat çıkar, oğullarının maskesi vardır, testereyle gözünüzün önünde yan odada kalan çifti doğrarlar ve sonra gözgöze gelip kaçmaya başlarsınız ve kaçtığınız yerler ıssızdır, ufak göletler vardır, eski iş makinaları vardır, terk edilmiş fabrikalar vardır. Aha işte ben de tam olarak oraya gelmiştim. Jason nereden çıkacak acaba diye düşünmeden, gölün kenarına inip bir balıkçı kulübesinin kenarına çadırımı kurdum. Nehrin kenarında plastik bir sandalye vardı. Oraya oturup yemeğimi yaptım, üstüne biramı yudumlayıp, çekirdek çitlerken balıkçı bir dayı geldi. Sandalye onunmuş hufshd. Sandalyeden kalkıp yere oturdum, balıkçıyla beraber çekirdek çitledik, edebildiğimiz kadar muhabbet ettik. “Her gün sadece iki tane tutarım, bu bazen yarım saat sürer, bazen sabaha kadar sürer. Her iki koşulda da iki balığımı almadan gitmem, aldığım gibi de giderim. Ne eksik, ne fazla.” diye anlattı. Sadece belli bir boyun üzerindeki balıkları tutuyormuş, bu açıdan da takdir ettim abiyi. Küçük balık tutanın aq. Güzel ışıklı sensörlü bir sistem kurmuş, balık geldiği gibi sensör ötüyor. Benim uyanık olduğum sıralarda bir balık tuttu ama küçük diye geri bıraktı. Hava iyice karardıktan sonra bir müddet daha muhabbet edip, ben uyumak için çadıra geçtim. Korku filmi setini andırmasa, güzel mekandı. Gerçi her halükarda güzel mekandı ve Jason gelmemişti.

Sabah kalktığımda dayı gitmişti. Yine sandalyeye kuruldum ve kahvaltımı yaptım. Nefis bir ortamdı, insan orada bir süre daha kalmak isteyebilirdi ama Duşan’ın yanına gitmek için daha iki günlük yolum vardı. Duşan çalıştığından, rahat takılabilmek için haftasonuna denk getirmeye çalışıyordum. Hesaplarıma göre cuma akşamı orada olacaktım.

Toparlanıp tekrar yola çıktım. Uslanmaz bir anarşik, sosyalist olduğumdan, bu eski komünist ülkede de bazı anıtlar görebileceğimi umuyordum. Misal Çekler, sosyalizme dair ne varsa hepsini çöpe atmış, parçalamışlar ama Slovakya’da hala bazı anıtlar denk gelebiliyordu. Bu sebeple ismi Partizanske olan kasabaya doğru sürmeye karar verdim. Banska Bystrica’ya oradan da gidilebiliyordu. Partizanske’ye giderken her tarafın Partizan anıtlarıyla dolu olacağını, sosyalist günlerin şaşaalı günlerine özlem duyan bir kasaba bulacağıma neredeyse emindim. İçim yine sevinç kaplıydı. İki gündür çok pozitiftim, mutluluk akıyordu paçalarımdan. Dün gece kaldığım göl kenarının etkisi de bana pozitif bir coşku katmıştı. Partizanske’ye 8-10 kilometre kala, yolun sol yanında bir göl görünce kontrol etmek için oraya saptım. Nefis bir kamp alanıydı. Bayılırdın böyle kamp alanına, sarılır öperdin, saçlarını okşardın böyle kamp alanının. Uygun şartlara sahip olsa evlenmek isterdin böyle kamp alanıyla. Tam nehir kenarında, masası, bankı olan, yoldan görünmeyen ama uzak da olmayan, etrafta pek insanın görünmediği, harika bir yerdi. Gölün diğer tarafında evler vardı, arkadan insanların sesleri, oyun oynayan çocukların sesleri geliyordu. Şiir gibi bir ortamdı yani.

Kamp yapmak için geceyi beklemenize gerek yoktur arkadaşlar. Tur yapıyorsunuz, böyle yerler karşınıza bir daha çıkmayabilir. Güzel yeri gördüysen çökeceksin hemen. “Aman daha 45 kilometre gitmişim, biraz daha gideyimcilik” tur bisikletçiliğine uzak bir bakış açısıdır, yanlıştır. Tur bisikletçiliği aynı zamanda keyif bisikletçiliği demektir. Keyfi gördün mü yapışacaksın oraya, emeceksin o keyfi. Ben de öyle yaptım. Birkaç gün evvelinden kalma yarım şişe şarabım vardı, bilgisayarım vardı, telefonun da internetini açtım ve oturdum yazmaya başladım. Keyfim yerinde olunca, bünyede biraz da şarap -ya da belki iki şişe Leffe- olunca çok iyi yazarım ben. Akarım böyle, debisi yüksek bir nehir gibiyimdir. Alüvyonları taşırım, taşları yerinden oynatırım. -Ne abarttım aq- dsjhfsdhj.

Neyse, abartmayayım, neden gaza geldim bilmiyorum ama şu an o gün yaşadığım coşkuyu ve heyecanı anımsıyorum. Ne kadar keyifle yazdığımı ve ne kadar  büyük bir keyifle orada oturduğumu biliyorum. Hava kararmaya başlamıştı ve ben hala yazıyordum ama şarabım bitmişti. Çok yarım hissettim kendimi. Partizanske’ye 8-10 kilometre vardı. Şeytan dürtüyordu ve ben şeytanla tartışmam arkadaşlar. Hemen dediğini yaptım. Bilgisayarı falan toparlayıp çadırın içine tıkıştırdım, çantaları çadırı orada öylece bırakıp, bisiklete atladığım gibi, karanlığı yararak Partizanske’ye doğru yardırmaya başladım. Yardırmak burada mecaz değil, baya hayvan gibi basıyordum. Aylardır yüklü bisiklet kullanan biri olarak, çantaları bırakınca kuş gibi hafiflemiştim. Kırmızıyla tahrik edilmiş bir boğa gibiydim, yularını koparan bir at gibiydim, tavşan peşinde koşan bir tazı gibiydim; alkol almak için markete giden Cemossen gibiydim. Yardırıyordum. Muhtemelen saatte 35-40 ortalamayla gitmişimdir.

Market kasabanın hemen girişindeydi, beni çok uğraştırmadı sağolsun. Kocaman, bizdeki bol M’li marketler gibi, ne ararsan var tipi bir süper markete gelmiştim. Bu bir yandan iyiydi, bir yandan kötüydü. Ufak bir market bulsam iki bira alıp çıkardım, burada çeşit çoktu sdhjfsd. İki poşetlik alışveriş yaptım herhalde. Bir şişe daha şarap aldım, iki bira aldım, yarım şişe şarabın bana vermiş olduğu bütün cömertlik yetkilerini kullanıyordum. Bir ara kırtasiye bölümünden bile bir şeyler alıyordum da kendimi zor durdurdum. Bira reyonu dev gibiydi. Oradaki bira reyonu, buradaki ortalama bir bim, a101 tarzı marketlerin tamamını doldururdu. Her çeşit bira var, adını hiç duymadığım, denemek için çıplak el boks müsabakasına girmeyi göze alabileceğim türden yüzlerce çeşit bira. İnsan böyle sınanmamalı. Neyse ki, sıcaklardı ve benim soğutmak gibi bir şansım yoktu.

Soğuklarından biralarımı aldım, şarabımı yüklendim ve tekrar aynı hızla çadırıma doğru sürmeye başladım. Giderken nasıl 35-40 kilometre hızla gittiysem, dönüşte de yakın hızlardaydım. Kendime hayretle bakıyordum. Kısa süre içinde çadırıma ulaştım, tekrar bilgisayarı çıkarıp, hem içtim hem yazdım. Şaşırtıcı bir biçimde, birkaç yazı birden yazmış ve aldığım tüm alkolü bitirmiş, yan yan yürür halde çadıra girmiş ve anında sızmıştım. Çok temiz sarhoş olmuştum dshs Yatar yatmaz uyumak harika bir şeydi ama yolu bu olmamalıydı tabi sdjhfsd.

Sabah kalktığımda tahmin edebileceğiniz üzere yarrak gibiydim. Ya nasıl olacağıdım sdjfds Normalde bu kadar alkolü evde falan alsam, ertesi gün ayağa bile kalkamazdım ama orada öyle bir etkisi olmadı. Psikolojik şeyler bunlar herhalde. Nasıl ki birkaç gün önce böbrek mafyasının eline düşmemek için o kadar biraya rağmen ayakta kalabilmiştim, burada da harika uyanmasam da ayaklanabilmiştim. Toparlandım, kahvaltımı yaptım ve bu güzel gölete, bu gece için teşekkür edip yoluma devam ettim.

Partizanske’ye vardığımda, hayal ettiğim gibi bir yer bulamadım tabi. Belki de bir yerlerinde anıtlar müzeler vardı ama ben göremedim. Biraz dolaştıktan ve şehrin kenarındaki büyük parkta biraz oturduktan sonra tekrar yoluma devam ettim. İki gündür harika yerlerde kalıyordum, yine öyle bir yer bulma umuduyla neşe içinde sürüyordum.

O gün pek bir aksiyon olmadı. Hava kararmadan yine kamp yapabileceğim düzgün bir yer bulmaya çalışıyordum. Gittiğim yolun solu ormanlık, sağ tarafı tarlalarla kaplıydı. Tarlaların diğer ucundaki ağaç sırası, bana belli belirsiz dere aktığını hissettiriyordu ama oraya girebileceğim bir yol yoktu. Çaresizce devam ettim. Güneş kaybolmuş, görüş açısı düşmeye başlamıştı ve artık fazla seçme şansım da kalmamıştı. İki gün üst üste harika yerlerde kamp yapınca biraz seçici olmuştum ama hayat gerektiği yerde tokatını vurmayı iyi bilir.

Yolun sol yanında, tepelik ve ormanlık bölüme giren toprak bir yol gördüm. Yol, demir bir bariyerle kapatılmıştı ve üzerinde “girilmez” işareti vardı. Adamlar beni baştan uyarmış tabi ama o an, o uyarıyı sallayacak durumda değildim. Çadırı kurabilmek için taş çatlasa 20 dakikam vardı. 20 dakika sonra hava tamamen kararacaktı. Bisikleti bariyerin altından iterek geçirdim ve sonra kendim geçtim. Yolun bu tarafı tepelik olduğundan yol da biraz eğimliydi. Yoldan çok uzaklaşmak istemiyordum ama yokuşta da çadır kuramayacağım için biraz içlere doğru devam ettim. İçlere devam ettikçe orman sıklaşıyor ve ortam iyice ürkütücü bir hal almaya başlıyordu. Güneş batmadan ortalık kararmıştı bile. İçimden bir ses “oğlum Cem, gel vakit varken dön” diyordu, diğer ses “ne vakti aq, gece oldu, otur oturduğun yerde” diyordu; ki ben bu diğer sese o an bile sövmüş ve onun dediğini kabul etmiştim.

Yol biraz düzeldikten sonra, daha fazla içerilere girmeyi totom yemediğinden hemen çadırı kurmaya başladım. Anayoldan yaklaşık 50-100 metre civarı uzaklıktaydım. Geçen arabaların sesini duyuyordum ve bu bana nedense hafif bir güven veriyordu ama diğer ses “ama onlar seni duymuyor hehehehe” diye pis pis sırıtıyordu.

Bu kadar korkmamın sebebi elbette yabani hayvanlardı. Burası Slovakya, artık yiğidin harman olduğu topraklardaydım. Bu coğrafyada AYI VARDI AYI. Korkmak için daha iyi bir neden olabilir mi? Silahlı soygun bile daha az korkutur. Verirsin paranı falan giderler ama bu ayı abi. İsteklerinin sınırı olmayabilir. Çöldeki kutup ayısı bir şaka olabilir ama her şakanın temelinde gerçekler vardır. Ürkütücü yani. Hoş değil. Hiç hoş değil.

Göt korkusuyla hızlıca bir şeyler yedim ama bulaşıkları ve çöpleri ne yapacağımı bilmiyorum, çünkü bu hayvanlar çok güzel kokluyorlar. Yemek yediğime de pişmanım yani bir yandan. Kokabilecek ne varsa hepsini birkaç poşete birden koydum, çantaların içine koydum, iyice kapadım ağızlarını. Kokmaması için parfüm falan sıkacağım artık, o derece bir temkinlilik hali içindeyim. Atalarımızdan gelen avcı toplayıcı genleri ne derse yapmaya çalışıyorum ama bir milenyum insanı olarak muhtemelen hepsini yanlış yorumlayarak, asla yapılmaması gereken şekilde yapıyorum. Korkuyla çadıra girdim, ışıkları kapattım, hızlıca uyuyabilmek için bir müzik açtım ama dışarıdan duyulup, hayvanların dikkatini çekmesin diye de sessizce dinliyorum böyle.

Derken, uzaklardan, çadırı kurduğum istikametin sağ tarafından, belki 200 metre öteden, daha önce hayatımda hiç duymadığım türden bir ses duydum ve bu sesin, izlediğim filmlerden edindiğim tecrübeyle bir AYI sesi olduğunu anladım. O an, içe sıçmak ne demek, gerçek anlamda yaşadım. Kalbim korkudan götümde atıyordu. Ses çıkmasın diye nefes bile almıyordum. Müziği kapattım, nefes almayı bıraktım, kulakları ve gözleri maksimum hassasiyet seviyesine getirip, etrafı dinlemeye başladım. Yarım saat boyunca ses gelmeyince, gittiğini düşündüm ama yarım saat sonra aynı ses bu kez çadırın baş kısmını verdiğim taraftan geldi. Dolaşıyordu piç, beni arıyordu. Kokumu almıştı ama paçalarımdan sızarak araya karışan üçüncü koku dalgası kafasını karıştırıyordu. Çadırın içinde ufacık kalmıştım. Kaçma planları yapıyordum ama ayı lan bu, nereye kaçacaksın. Adam seni yemeyi kafasına koyduysa, yer. Bundan kaçışın yok. Yolun çıkışındaki bariyer de tuz ekiyordu tabi bu kaçış planlarıma, hani bisiklete atlayayım, yardırıp gideyim desem bariyerden geçemiyorum. Öyle büyük bir saçmalığın içindeyim. Ölüyordum korkudan. Elma bile soyamayan çakımı çıkarmış, çaresizce ayıyla kapışacağım anı bekliyordum. Böyle de maceraperest bir yapım var.

Uzun süre ses gelmeyince uyuya kalmışım. Gecenin üçünde bu kez çadırın sol tarafından, biraz daha yakından geldi ses. “Şimdi tuttun siki Cem efendi” diyordu ikinci ses. Müslüman, Hristiyan, Budist, Yahudi, Ulu Manitu, eski kadim Şaman dinleri, Urartular, Hititler, Maldiv adalarındaki kaplumbağalar -ki oralarda kaplumbağa var mı onu da bilmiyorum ama illaki vardır, koca ada yani-, Avustralya kanguruları; aklıma gelen tüm ruhani olan ve olmayan varlıklarla iletişime geçtim. Sabaha kadar çeşitli yerlerden geldi bu ses ama herhalde kutsal ciyzıs kırayst ikonası işe yaramıştı sdhjfsd. Zor anımda ettiğim şamanist duaları, uyguladığım paganist ritüelleri hemen satarım, büyük dinlerle olan iletişimimden bahsetmem bile. Hiç duymamış görmemiş tavrına girerim. Neyse. Hava aydınlanır aydınlanmaz her şeyi dürüm yapıp, olabildiğince hızlıca kaçtım oradan. Yıllara yayılan kamp hayatımın en hızlı toplanması olabilir.

Anayola ulaşana, ayının peşimden koşmadığına emin oluncaya kadar sürekli arkamı kontrol ettim. Bariyerden geçip, asfalta çıkana kadar da gerilimi yaşamaya devam ettim. Göt korkusu böyle bir şey arkadaşlar. Hava yeni aydınlanmış, gece çöken sis henüz kalkmamıştı. Ayı tarafından yenilmediğim için mutluydum.

Tek parça olarak Banksa Bystrica’ya doğru devam ediyordum…

2 Yorum
  1. Andaç dedi ki:

    Oh, iyi ki Euro yüksekken paylaştınız yazıyı Cem Bey. Biralar ucuz gibi gelmedi. Oh olsun. 😀

  2. Otman dedi ki:

    Geyiktir o geyik (:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir