Slovakya Slavlığına Geçiş

Efendim selamlar!

Böbreklerimi çaldırmamış olmanın mutluluğu ile evden ayrılmıştım. Hayatta kalmamı uyguladığım taktikler ya da o kadar biraya rağmen yıkılmamam mı sağlamıştı, yoksa adamlar gerçekten böbrek mafyası değil miydi, emin değilim. Sanırım uyguladığım taktikler işe yaramıştı, yoksa Osman abim asla yanılmazdı. Osman abimin yanıldığı bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum.

Dün geceki muhabbette şehri şöyle bir dolaştığımı söylediğimde “meydandaki s.k heykelini gördün mü? diye sormuşlardı. Doğru anladığımdan emin olamadım, tekrar sordum. Güldüler ve belediyenin meydana bir “şey” koyduğunu ve koca bir vibratöre benzediğini söylediler. Madem ortada bir saçmalık var, gidip yerinde görmek lazım dedim ve ertesi gün, böbrekleri kurtarmış olmanın sevinciyle, anlamsız bir şekilde koca bir s.k görmek için şehir meydanına sürdüm. Normalde böyle şeylerden hoşlanmam.

Vardığımda, gerçekten de meydanın ortasında koca bir vibratörle karşılaştım sjfsdjs Belediye bunu astronomik saat olarak düşünerek yapmış ama bu baya vibratör olmuş. Bir şekilde saati gösteriyormuş ama nasıl gösterdiği hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Saatin (vibratörün) sağında solunda elinizi sokabileceğiniz boşluklar var, şekli itibariyle içine elimi sokmayı hayal bile edemesem de her gün saat 11’de bu boşluktan bir misket geçiyormuş. Yakalarsan hatıra olarak alabiliyormuşsun. Her yıl bunun için çeşitli renklerde 365 tane misket üretiyorlarmış. Bunları da sonradan öğrendim. Orada dolaşıp insanlara “bu çok nasıl çalışıyor” diye soramazdım. Gezgin değilim ben. Gezginler buna astronomik saat derler, ben s.k saati diyorum. djfjsd (konu hakkında bilgi isterseniz, gezgin vatandaşın biri derlediği bilgileri bloğunda yazmış, şuradan okuyabilirsiniz)

(şimdi sayfanın tam orta yerine oldu mu böyle sdkfsdk)

Güzel Brno sokaklarında son bir kez dolaştıktan sonra ufak ufak şehrin çıkışına doğru ilerleyip, Slovakya sınırına doğru sürmeye başladım. Brno her ne kadar turistik bir şehir olmasa da mimarisi (çük saati dışında sfjds) ve sokakları güzel. Sakin bir şehir. Pek turist olmadığından, etrafınızda yoğun bir kalabalık yok, rahatça gezebiliyorsunuz. Pek övülen Çek hanımlarını burada, uzakdoğulu kalabalığıyla filtrelenmemiş olarak görebiliyorsunuz.

O günü, sınır olarak görünen bölgeye en yakın bir şekilde bitirmeye çalıştım. Şu zamana kadar onlarca ülke gezdim ama hala sınır geçişleri konusunda akıllara durgunluk veren bir gerginliğim vardı dsfjsd. Aslanım, diyordum kendime hafiften kızarak, sınır mınır yok, kalkmış hepsi. Avrupa’ya girdikten sonra İsviçre’ye giriş haricinde sınır görmedim, onun da çıkışında sınır yoktu, sen hala ne ayaksın aq. Ama dediğim gibi, uslanmaz bir Türk’tüm. Sınır geçişlerini her zaman paranoya haline getiriyor ve sınırı gündüz gözüyle geçme niyetiyle, sınıra yakın bir bölgede kampımı yapıyordum. Yine öyle yaptım. Çünkü beni durdurup, pasaport soracak bir polis kabini ile karşılaşacağıma emindim. Sınırlar kalkalı bir milyon yıl oldu, en son sınır polisini müzeye kaldırmışlar, ben hala sınır gerginliği yaşıyorum. Bebeğim, üçüncü dünya ülkesinden mi geliyorsun allaasen, ne sınırı?!

Artık sınıra çok yaklaştığım bir bölgede, sağ yanımdaki karanlık ve ıssız ormanlık alana girdim. Yoldan iyice uzaklaştıktan sonra, bacaklarımın boyuna kadar uzamış otları ezerek, kendime düz bir alan oluşturdum ve çadırımı oraya kurdum. Belli ki, hava karardıktan sonra yine bir zifir karanlığın içinde kalacaktım. Normal bir insan böyle bir yerde hafiften tırsar. Benim anormal davranışlarım da çok fazla elbet ama tırsma konusunda normalliği kimseye kaptıracak değilim. Tırstım biraz. Bir de hava iyice karardıktan sonra çevreden gelen ve anlam veremediğim hayvan sesleri, çadır içinde birkaç yusufla beraber takılmamızı sağlıyordu. Bu yusufları da sevmiyorum, çok yer kaplıyorlar dsjfs. Yemek, müzik derken, gece boyunca hiç susmayan ve kendimi köpek olduğu konusunda ikna ettiğim -yersen- sesler eşliğinde uykuya daldım.

Ertesi gün sınırı geçip, Slovakya topraklarına girecek ve başka bir ülkede sürmeye başlayacaktım. Sınır geçişleri, “pasaport kontrolü var mı acaba” gerginliğim dışında bu anlamda heyecan verici oluyor. Aslında hiçbir şey değişmiyor ama çok şey değişiyor. Bu çok acayip bir şey. Topraklar ve bitki örtüsü hemen hemen aynı ama dil farklı, insanlar farklı, kültür farklı, para birimi farklı, mimari farklı, biralar farklı. Toplumların, birbirlerine bu kadar yakın yaşarken, bu kadar uzak olmasına, bu kadar dili nasıl türettiğine her zaman şaşıracağım. Misal Balkan ve Slav ülkelerinin kullandığı diller temel olarak birbirine yakın ama ortalarında duran Macarların dili bambaşka, hiç alakası olmayan bir dil. Almanya’ya bakıyorsun, bambaşka bir dil, hemen yanındaki İtalya ve Fransa da bambaşka diller. Arkadaşım, el kadar toprakta yaşıyorsunuz, birinizden bu kadar nasıl koptunuz da kendinize diller ürettiniz. Dil işleri çok sevimsiz. Bence ortak bir dil olmalı ve herkes onu kullanmalı. Mesela Türkçe olabilir, bence harika bir fikir. sdfds.

Neyse! Cehaletimle gözünüzü biraz daha kör etmeyeyim.

Sabah kalktım ve hızlıca toparlanıp kuytu orman köşesinden çıktım. Sınıra bir kilometre bile yoktu. Belki de vardı. Tam hatırlamıyorum. Slovakya’da Banska Bystrica’da bir arkadaşım yaşıyordu. Aslında sevdiceğim Pelin’in arkadaşı sayılabilirdi. Pelinciğim İngiltere’de yaşarken, yanında kaldığı Rosi hanımın erkek arkadaşıydı. Futbol muhabbetine ara ara konuşurduk. Turda olduğumu öğrenince mutlaka gelmemi istedi. Onu görmeye ve birkaç gün orada kalmaya gidecektim. Normalde Brno’dan dikine gitmem gerekirdi ama o sırada arabalarıyla o bölgeleri gezen Türkiye’den arkadaşım sevgili Özkan ve zevcesi Özlem ile de denk gelebilmek için Bratislava tarafına sürdüm.

Sınırı yine -her zaman olduğu gibi- elimi kolumu sallayarak geçmiştim. Neden kendime böyle bir gerilim yarattığımı bilmiyorum. Belki hayatım monotonlaşmaya başlamıştı ve sınır geçişleriyle kendime küçük heyecanlar yaratıyordum sdjfds. Bratislava sınıra çok yakındı, olabildiğince eğlenerek öğleden sonra orada olmak, biraz gezdikten sonra Özkan ve Özlem’le buluşmak üzere Trnava’ya devam etmek istiyordum. Sınırı geçtikten hemen sonra Kuty isimli bir kasabaya geldim. Yeni bir ülke, yeni bir kasaba ve elbette yeni bir bira. Bilirsiniz, para birimini anlamak için hemen bir para girer, bira içerim. Para birimini bira fiyatı üzerinden çözümleyen harika bir sistem kurmuştum kendime. Böylece hem bira içiyor, hem para birimini anlıyordum. Oldukça zekice. Her açıdan işime gelen bir sistemdi ve her gün birkaç kez para birimini anlamak ihtiyacı hissediyordum. Yoksa alkolik falan değilim yani. dsfsj

İlk gördüğüm bara oturayım dedim. Barın önünde bir erkek, bir kadın oturuyordu. Arkadaşlar muhtemelen Roman’dı. Erkek olan aşırı zayıf, kadın olan ise şişmandı. Kadının üzerinde sadece pembe bir sütyen vardı ve memeleri yetişkin bir erkek kafası büyüklüğündeydi dsjfd. Ben orada durunca, bana bir şeyler söylemeye çalıştılar ama anlamadığım için çok uğraşmadan bara girdim. Bar, zeminden bir iki metre yukarıdaydı ve balkonu vardı. Bisikleti rahatça görebilmek için biramı alıp, balkona çıktım. Ben oraya çıkınca, bu iki arkadaş da dibime geldi. Sürekli bir şeyler söylüyorlardı ama anlamıyordum tabi sdjfs. Sigara istediler, verdim. Bira istediler, pet şişeye doldurup verdim, para istediler, onu vermedim sdfjnds. Para yok, gidin burdan!! Velhasıl, kendimi orada huzursuz, bisikleti de güvenliksiz hissettiğimden bira bittikten sonra kalktım. Yarısını da onlara vermiştim zaten dsjfds.

Kasabadan çıkmadan başka bir bar görüp, oraya girdim. Siyah bir bira söyledim. Ortam güzeldi ama insanlar bir garipti. Orada da pek durmadım. Kuty değişik bir memleketti sdjf.

Slovakya’ya girdikten sonra yol kalitesi bozulmuştu ve araba sürücüleri, Türkiye’den hallice olmaya başlamıştı. Pek keyif almıyordum. Uzunca bir süre “tur boyunca gezdiğim en sikko memleket” olduğunu düşündüm. Yol boyunca boş tarlalar, ağaçsız ve bozuk yollardan Bratislava’ya ulaştım. Şehir merkezini ve çevresini turladım. Tuna nehrinin üzerinden geçen köprüde çıkış ve iniş yolu da olmak üzere bisiklet yolu vardı. Belediye çalışıyor kardeşim falan diye düşünüp, mutlu bir şekilde şehrin diğer tarafındaki ormanlık parka sürdüm. Oralarda biraz turladıktan sonra, aynı köprünün karşı şeridinden, yine bisiklet tırmanış rampasından köprüye çıkıp diğer tarafa geçtim ama diğer tarafta, bisiklet için iniş yolu yoktu. Yani düşünün, iki gidiş iki geliş olmak üzere dört rampa vardı ama nedense bir tanesine bisiklet yolu koymamışlardı. Hangi laz yaptı lan bu yolu? sjfshd Mecburen bisikleti merdivenlerden, her indiğim basamakta söverek indirdim. Şehir merkezine sürüp, turistik sokaklarda dolaştım. Bir dondurma ve sonrasında bira & patates kombinasyonu yaptım. Hayat güzeldi.

Akşam saatleri yaklaştığında tekrar yola çıktım. Bratislava’ya girdiğimde düzelen yollar ve çevre güzelliği, Bratislava’dan çıkınca tekrar bozulmuştu. İtalya’nın Po ovası gibi bir düzlükte sürüyordum ama burası bakımsız versiyonuydu. Bir iki ufak kasabayı geçtikten ve Trnava’ya yaklaştıktan sonra en azından etraf güzelleşmişti ama yollar ve sürücüler pek iyi sayılmazdı. Kamp zamanı gelmiş, gözler civardaki tarlaları kesmeye başlamıştı. Yolun sağ tarafındaki tarlaların arasına giren bir toprak yoldan girip, yolun sonundaki düzlükte çadırımı kurdum. Bir üzüm tarlasının hemen yanıydı. Güvenli ve sessiz sakin bir yerdi. Arkamda boylu boyunca çalılıklar uzanıyordu, genişçe yayılarak çadırımı kurdum, bisikleti üzüm bağının tellerine yasladım. Güzel bir makarna yapıp, yatış moduna geçtim. Kısa bir süre uyuduktan sonra dışarıdan gelen seslere uyandım, davetsiz bir misafirim vardı. Tanıdık bir sesti. Koreli ile yaptığımız ilk kampın misafirinin uzaklardaki akrabasıydı.

Bu sefer daha tecrübeli olduğumdan çok paniklemedim. Yine ses etmedim, bıraktım hayvan kendi kendine takılsın. Çadırın yanına çok yanaşmadı, kendi kendine takıldı çalıların içinde. Belki biraz üzüm yemiştir. Yanaşsaydı yine tırsardım. Tırsma konusunda anlamsız bir arzum var sanki. Kendinize küçük heyecanlar yaratın.

2 Yorum
  1. sabitkamera dedi ki:

    Son yazının üzerinden geçen 21 gün ve bir anti-kahraman içermeyen bu yazı… Daha çok çalışmalısınız Cem Bey. asdasjhdjasdhg (Uydur oradan bir Koreli, kim bilecek)

Cem Kılıçarslan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir