Sabah uyandığımda aklımdaki tek şey “geniş” takılmaktı. Rahatça toparlandım ve saptığım toprak yolun başındaki piknik masasına kuruldum. Geniş geniş kahvaltımı yaptım, kahvemi içtim. Ben genişçe tıkınırken yanımdan yürüyüş yapan ya da bisiklete binen insanlar geçmeye başlamıştı. Etraftaki tabelalara bakınca yürüyüş ve bisiklet için parkurlar olan bir yer olduğunu gördüm. Çekya belediyesi çalışıyor arkadaş.
Tıkınma faslını bitirdikten sonra çadırın pollerini değiştirmeye karar verdim. Normalde polleri değiştirmek için şişe benzeyen, daha ince ve ucu kancalı bir alete ihtiyaç duyarsınız. Pollerin içindeki lastik ittirme gücüyle maalesef o ince delikten geçmez ve tahmin edebileceğiniz üzere, bu malzeme bende yoktu sdafhas. Bunu, tüm lastikleri ve polleri çıkardıktan sonra düşünmüş olmam, tam da bana uygun bir hareketti elbette. Bazen böyle oluyor. Başkası bir iş yaparken yaptığı yanlışı görür ve uyarırım ama kendim yaparken, kendimi uyarmam için hatayı yapmayı beklerim sadfjs.
Elimde poller, lastik ve “hassikome, nasıl sokacağız şimdi bunu?” temalı yüz ifademle kala kalmıştım öyle. Öylece bırakma şansım da yok, gece nasıl yatacağım? Teknisyen genlerimin bana verdiği hızlı çözüm sunabilme yeteneği ile eski polleri iyice parçaladım ve çok ince hale getirdim. Poller fiberden yapıldığı için çabuk deforme olabiliyor ama elimde kırık iki pole olduğu için yeterince yedek malzemem olduğu bilinciyle rahat rahat çalışmalara başladım. Polün arkasına çok ince bir şekilde lastiği bantladım ve kırık polü şiş gibi kullanarak zor da olsa lastikleri geçirmeyi başardım. Yer yer boncuk boncuk terletse de, tarafımdan oldukça edepsiz hakaretlere maruz bırakılsa da bir şekilde yapabilmeyi başardım. Bir süredir canımı sıkan vites ayarlarını da düzenleyip, “geniş geniş” kısmını biraz abartmış olarak tekrar yola çıktım.
Çekya yolları, sinir bozucu bir şekilde iniş ve çıkışlardan oluşuyordu. Sürekli inip, sürekli çıkıyordum. Bir kaşığın içinde sürmek gibi sdjks. Her inişte, karşımda yeni bir çıkış görüyor ve o inişte olabildiğince hızlanarak, çıkışın büyük bölümünü pedal çevirmeden çıkabilmeyi umuyordum ama öyle bir dünya yok tabi. İnişler de çıkışlar da uzun profilli olduğu için, çıkışın en fazla 50’nci metresinde benim “ulen şuradan bir kaptırsam da yokuşu yarılasam” fantezilerim erken boşalmaya kurban gidiyordu.
Niyetim önümdeki ilk şehir olan Pribram’a gitmek, marketten alışveriş yapmak, su stoklarını tamamlayarak, Prag’a kadar gidebildiğim kadar devam etmekti. Bu bölgeler Garmin haritasında olmadığı için navigasyon hizmeti sağlıklı kullanılamıyordu. Tarif ettiği yollar genelde kuş uçuşu diye tabir edebileceğimiz türden, cetvelle çizilmiş gibi düz çizgiler halinde oluyordu. Yükseklik profilleri ise tamamen sallamaydı. Bu bölümde telefona yüklediğim bir çevrimdışı aplikasyon üzerinden yol tarifleri almaya başladım. Ormanlık yollardan, medeniyetten uzak arazilerden geçtikten sonra ilk Pribram tabelasını gördüm. Pribram IV.
Bu ne lan, diye düşünerek ilerlerken Pribram III ve Pribram V tabelalarını da görünce “bu ne lan”lar bir anda tek hücreli canlı gibi çoğalmaya başladı sdfjkds. Harbiden bu ney lan?! sdjkf İstanbuldaki 1. Levent, 4. Levent durumları var herhalde burada da diye düşündüm. Çeşitli Pribram’lar arasında ilerledim. Niyetim şehir merkezi olan Pribram’ı ve büyük bir market bulmaktı ama ikisi de görüş açıma girmemişti. Hepsinden geçmedim tabi ama geçtiklerimde şehir merkezi olarak belirtebileceğim bir yer de yoktu. Avrupa, Balkanlar, Slav ülkeleri fark etmeksizin, hepsinde aynı kural geçerli. Meydanda bir kilise, katedral, cami, vs ve önünde genişçe bir meydan, kafeler, barlar falan. Bu kuralın delindiği ender yerlerden biriydi. Ne olduğunu anlayamadan Pribram’ı geçtim. Pribram’ı demek yanlış aslında, Pribram’ları demek daha doğru sdfusd Ben dokuz tane saydım. Mini mini Pribram’lar vardı. Pribram insanın kendine yakışanı giymesidir.
Sabah yola geç çıktığım için gün öğlen saatlerini geçmişti. Pribramları geride bırakmış ve herhangi bir market bulamamıştım. Suyum bitmek üzereydi. Susuz idare edebilirdim ama yemek yapma sorunu olduğu için tedirgindim. Çeşitli köyümsü kasabalardan geçiyordum ama ne bir çeşme, ne bir bakkal, ne kapı önünde oturup dedikodu yapan kadınlar topluluğu görebiliyordum. Sallanarak yürüyen bir dayı görünce yanına yanaştım. Market, voda (su), vs ne dediysem anlatamadım derdimi. Boş şişeleri gösteriyorum, bana mısın demiyor. Kafa baya uçmuş dayının. Kendisini yan yan yürür halde bırakıp, kamp yapacak yer bulmak için ilerlemeye devam ettim. Su bulmak için olan ümitlerimi zaten kaybetmiştim ama yine de gözlerim fırıldak gibi etrafı kesiyordu. Kırsal bir alandan geçtiğim için bir market bulma ihtimalim zaten yoktu da, belki bir çeşme falan diye umuyordum çaresizce. Ancak Çek diyarları bitene kadar bir kez bile çeşme görmediğimi tekrarlamam lazım. Ataman (Osmanlı) Empayırın buralarda egemenlik kurmadığı çok belli oluyordu sdfsıa
Ancak yine de sol yanımda bir mezarlık ve içinde bir tulumba görünce heyecanlanmadım değil. İçeri girdim, tulumbanın üzerinde “u itkova” diye bir yazı yazıyor ve bu yazı bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Yine de en kötü ihtimalle kaynatıp içerim diye düşünerek sulukları doldurdum. Üzerinde yazan yazıyı da defterime kaydettim. Riski alarak suyun tadına da baktım. Kuyu suyu olduğundan iyi olma ihtimali yoktu tabi ama aşırı kötü de gelmemişti. Yaradana sığınıp yola devam ettim. Niyetim artık kamp yeri bulmaktı. 200 metre ilerledikten hemen sonra karşıdan yol bisikletli biri geldiğini görünce onu durdurdum. “Slavun aleyküm, aleyküm slav” faslından sonra tulumbanın üzerinde yazanı gösterdim. “Sadece kullanmak içindir” gibi bir anlamı varmış. İçilmezmiş. Ov şit. O tadına bakmak için içtiğim bir yudum su bir anda psikolojik olarak beni yakmaya başladı sdafk. Midem, genizim, gırtlağım, mide borusu vs kımıl kımıl oynamaya başladı. Bisikletçi abim, az ilerde bar olduğunu, oradan suları doldurabileceğimi söyledi. Bara gidip tek kelime anlaşamayarak suları doldurdum. Hava kararıyor olmasa bir tane de bira içerdim muhtemelen sdfjaas. Neyse.
Köyden çıkar çıkmaz sağ tarafımda yine uzun ağaçlardan oluşan ve karanlık bir orman görünce içeri daldım. Yoldan görünmemek için oldukça içlere girdim, güzel bir düzlük bulup kampımı kurdum. Midem yanmaya devam ediyordu ve daha fazla bu riskle yaşamamak için ufak bir parmak yardımıyla mideyi boşalttım. Artık dünya daha huzurlu bir yerdi.
Aslında kamp kurduğum orman da huzurlu bir yerdi. Yoldan yaklaşık 100-200 metre uzaktı, araba sesi yoktu, insan sesi yoktu. Huzurun en üst noktasıydı ama ters açıdan bakınca, tek kişi için biraz da ürkütücüydü. Devrilmiş ağaçlar, çiğnenmemiş otlar, çürümüş cesetlersdjfs Şaka lan. Hava karardıktan sonra etrafta tek bir ışık bile kalmamıştı. Ağaçlardan gökyüzü bile görünmüyordu. Çadırdan çıkıp ışığı kapattığında kör gibi hissediyordun kendini.
Ertesi gün hedefim, çocukluğumdan beri fotoğraflarına bakıp “bir gün buraya gideceğim ulan!” diyerek hayaller kurduğum Prag’dı. Tüm hayaller, bir şekilde gerçekleşiyordu ve umut edip, üzerine mücadele etmeye devam ettikçe gerçekleşmeye devam edecekti. Prag’da warmshowers’dan kalacak bir yer ayarlamıştım, tahmini olarak 60-70 kilometrelik bir yolum ve yol üstünde içeceğim enfes biralar vardı.
Yükümü iki kadeh viskilik daha hafiflettim. Dışarıdan gelen çıtırtı seslerini umursamayarak, müzik eşliğinde uyudum.