Yine sabah olmuş ve kimse tarafından rahatsız edilmemiştim. Avcılar ya da bahçe sahipleri gelmemiş, üzerimden traktör geçmemiş, polis tarafından uyandırılmamıştım. Daha ne kadar güzel bir sabah olabilirdi, insan daha nasıl mutlu uyanabilirdi ki?
Yine de işi sağlama almak için erkenden hazırlanıp, orada kalmamışım da, sadece geçerken bir mola vermişim havasına bürünmeyi ihmal etmedim tabi. Gözlerden ırak bir yerde kalamadıysan, altın kuraldır bu. Hemen çadırı toplar, çantaları bisiklete yerleştirir ve sonra istediğin gibi yayılırsın. Mini çakallıklarda üzerime yoktur. Ya da sosyal fobi mi dememiz lazım? sdlf. İstersen gün boyu yayıl orada, kimsenin umurunda olmazsın. Toparlanıp, bisiklet yolundaki banka yerleştim ve kahvaltımı yaptım. Bisiklet yolu dediysem de sahil yollarındaki bisiklet yolları gibi düşünmeyin. Orman içinden geçen, köylere ve kasabalara bağlanan toprak bir yoldan bahsediyorum. Milyonlarca yatırım yapmadan, araba yollarını kullanmadan da bisiklet yolu yapılabiliyor yani. Almanya bisiklet rotaları konusunda aşmış bir memleket. Garmin’in kendi haritası bu yolları göremiyor ama cihaza open source dediğimiz, kullanıcılar tarafından geliştirilmiş haritalardan yüklerseniz, tüm bisiklet yollarını görebiliyorsunuz.
Buraya bir parantez açalım o zaman. Open source haritaların en güzel avantajlarından birisi de yol üzerinde bir su kaynağı varsa onu bile gösterebiliyor olması. Market, otel, çeşme, bisiklet yolu ve benzeri, bisikletçinin ya da gezginin işine yarayabilecek her ayrıntıyı kullanıcılar ekleyebiliyor. Misal Hırvatistan’da orman içinde sürerken geçtiğiniz yolda bir çeşme görürseniz, bunu haritaya ekletebiliyor ve sizden sonra oradan geçecek insanların, o çeşmeyi görmesini sağlayabiliyorsunuz. This is fucking awesome! (tüm İngilizce stoğumu burada tükettim sdklfs) Ve bu harita bende yüklü değildi. Bu kadar ballandıra ballandıra anlattım ama o haritadan bende olmadığı için, yine Garmin’in şefkatsiz kollarına kalmıştım ve o da bana sürekli asfalt yolları gösteriyordu. Gerçi Almanya inanılmaz yeşil bir memleket. Otoyollar bile uçsuz bucaksız yeşil tarlalar, bahçeler ve ormanlar içinden gidiyor. Geçtiğim birçok ülkede “geyik çıkabilir” tabelası gördüm ama en yakın gördüğüm geyik/ceylan Slovenya’da, yaklaşık 500 metre ötedeydi. Almanya’da bir tanesi 10 metre ötemde olmak üzere, en az 5-6 tane geyik gördüm. İstanbul gibi kaotik bir şehirde yaşayan biri olarak, sadece televizyonda aslanlardan kaçarken görebildiğiniz bir hayvanı, doğada kafasına göre gezerken canlı gözlerle görmek ne demek bilir misin? Her seferinde gözlerim doldu, neden bilmiyorum.
Neyse. Sonradan aklıma telefondaki google haritasını kullanmak geldi. Wifi olan bir yerde haritadan bisiklet yolunu seçerek yol tarifini aldıktan sonra, çevrimdışı olarak da o yolu takip edebiliyorsunuz. Artık Almanya’nın tüm bisiklet yolları elimin altındaydı. Cehennem evet, dedim, ellerimi arşa doğru açarak, tam bir metalika frontman’i gibiydim. Yani anlamsızdı bu kadar heyecanlanmam, biliyorum ama uzun zaman sonra Garmin’in şefkatsiz kollarından ırak bir yolculuk yapabilecek olmanın da mutluluğu vardı içimde.
O günü geneli düz ve ormanlık yollardan olmak üzere, fazla uzatmadan, Steingaden adlı minik bir kasabada sonlandırdım. Bir haftadan fazla süredir kamp yaptığım için bugün ufak bir otelde kalacaktım. Biraz temizlenmek, şarjları fullemek, mümkün olduğunca kıyafet yıkamak lazımdı. Bir mekana girdiğimde kirliliğimden dolayı varlığım kendini belli eder hale gelmişti. Tamam ya tamam, biraz da rahat yatakta yatma isteği vardı, olamaz mı yani? Otel dediğime de bakmayın, restoran, biergarten (bira bahçesi) ve oda kiralama olayını tek bir bina üzerinden çözmüş arkadaşlar. Çok da güzel yapmışlar. Otele ulaşmadan önce yemeğimi yol üzerinde yemiştim, restoran olduğunu bilsem burada yerdim herhalde ama Almanya’da hiç restoranda yemek yemedim. Euro korkusundan fiyat listesine bile bakamıyordum dsfsdk. Bir de, genelde Almanca yazmışlar, ne olduğunu da anlamıyorum. Yemek konusunda riske girmeyi sevmediğim için, biraz da euro korkusu sebebiyle yemeklerimi genelde kendim yaptım.
Neyse, aç olmadığım için hemen duşumu alıp, biergarten’a indim ve bira söyledim. Yine başka bir kasabadaydım, yine farklı bir markanın, farklı mükemmellikte bir birasını içiyordum. Bu içtiğim biralar, birkaç ay sonra memlekete döndüğümde bana yol, su, elektrik olarak dönecekti. Bu biralardan sonra, yıllardır içtiğimiz kezzapvari Efes ve Tuborg’u nasıl içeceğimi düşünüyordum her yudumda. Yazıların bu kısımları Alman biralarını övmekle geçecek sanırım dskf. Ama gördüğünüz gibi hiçbir tanesinin ne adını verebiliyorum, ne türünü. Böyle de bilinçsiz bir tüketiciyim. Bira konusunda tam bir tüketiciyim. Evet.
Neyse. Herkes işte güçte olduğundan gün içinde kasabalarda genelde kimseyi görmüyorsunuz. Akşam olunca ise herkes soluğu biergarten’larda alıyor. Mekanda neredeyse boş masa yoktu. Servis yapan dayı, yemek yemeyeceğimi öğrenince biraz surat astı ama olsun. Genelde bira satılan yerler restoran vari yerler oluyor. Yemek ve bira kombinasyonu öğle ve akşam saatlerinde sürekli görebileceğiniz bir kombinasyon. Benim gibi cimriler göze batabiliyor yani. Maksimum iki bira içtiğim için Almanya’da pek sevildiğimi söyleyemem. Restoran sahipleri sevmezler Cemocan’ı (Yazar burada Boran Fırtınası’na minik bir gönderme yaptı).
Günler sonra yumuşak bir yatakta uyumanın keyfiyle uyanıp, sabah kahvaltımı da yaptıktan sonra tekrar yola koyuldum. Otelden çıkmadan google’dan bisiklet yollarını içeren yol tarifimi almış, telefona kaydetmiş, keyifli bir şekilde Münih’e doğru ilerliyordum. Niyetim kayıtsız şartsız hangi yolu tarif ederse o yollardan gitmekti. Bisiklet rotası seçtiğim için, sürekli bisiklet yollarından gidiyordum, ki bu yollar yukarıda da belirttiğim gibi genel olarak köyler ve kasabalar arasındaki orman yollarını içeriyordu. Muhteşem yollardan gidiyordum. Yollar tabelalarla işaretlenmişti ve hangi kasabaya ne kadar uzaklıkta olduğunuzu rahatlıkla öğrenebiliyordunuz. Gerçi ben başka semtin delikanlısı olduğum için, tabeladaki kasaba isimleri bana bir şey ifade etmiyordu ama orada yaşayan insanlar için baya faydalı oluyor. Yol boyunca yanımdan düzinelerce teyzeler ve dayılar bisiklet grupları geçti. Hepsi de beni Slovenya’daki teyzeler gibi solluyordu tabi. Elektrikli bisiklet sektörü çok ilerlemiş. Almanya’da iş yatırımı yapacakların bilgisine. Şu an gidip elektrikli bisiklet satış ve tamiratı yapan adam köşeyi döner. Net.
Yolların güzelliği, emekli insanların kendilerini bisiklet gezilerine vermesiyle birlikte yüzlerinde oluşan o mutlu ifade, (ki bunu söylerken abartmıyorum, herkes suratında geniş bir sırıtmayla bisiklet sürüyor dfjsdf) öğlen içtiğim biranın yine muhteşem olması falan derken, keyifli bir şekilde Münih’e yaklaştım. Bu geceyi bir warmshowers evinde geçirecektim ve evinde kalacağım insanların nasıl insanlar olduğunu bilmediğim için, gitmeden bir iki bira daha içmek için Münih girişindeki güzel bir mekanda oturdum. Restoran sahibi dayı, geleneksel oktoberfest kıyafetleri giymiş, bıyıklı ve sert bakışlı bir abiydi. Kızgındı biraz, niyeyse sdjlfs Bira verdikten sonra bahçedeki rahat koltuğuna gömülüp, sigarasını tüttürmeye devam ediyordu. Her defasında yerinden kaldırmak zorunda kalıyorduk, belki de bu yüzden kızgındı sdalfads. Fazla kızdırmamak için yan masadaki dayılarla sohbet eder halde iki adet enfes birayı içip kalktım. Oysa bira, diğer yerlere göre daha uygundu. Birkaç birayı daha hakediyordu.
Çok geç kalmamak için Münih’te kalacağım evin önüne vardım. Apartman dairesiydi, dış kapı açılıyordu ama içerideki kapı kapalıydı. Duvarda isimler vardı ama herhangi bir zil göremiyordum. Kapıda beklemeye başladım. Yaşlı bir dayı geldi, beni şöyle bir süzdükten sonra “Ralf’lere mi geldin?” dedi. “Evet ama içeri giremiyorum”, dedim. “Yardımcı olursanız kapılarını çalayım” dedim, “evde olmayabilirler, gelene kadar bekle” dedi ve gitti huysuz ihtiyar. Civarda internet bulamadığım için mesaj da yazamıyordum. Biraz beklemeye karar verdim. Bir süredir canımı sıkan vites ve fren ayarını falan yaptım ama gelen giden yoktu. Sonra aklıma burasının Münih olduğu ve etrafta mutlaka bir Türk dönerci bulabileceğim geldi adsflkasd. Burası Almanya, elini sallasan Türk’e çarpar nihayetinde. Birini bulursam, onun telefonundan en azından bir mesaj atarım diye düşünerek mahallenin çarşısına doğru sürdüm ve anında bir Türk dönerci çıktı karşıma. Denizde kum, Almanya’da Türk dönerci.
İçeri girdim, Türkçe olarak selam verdim, şaşkınca bir baktı şöyle dsfd. “Abi yapıştır oradan bir döner ya” dedim, ve hemen kolpaya başladım “memleket hasretiyle yanıyorum”, “canım memleketimin, canım dönerini ne özlemişim”, “şuraya bak bee, buram buram anadolu kokuyor” konseptli geyikleri birer birer, nakış gibi işledim. Döneri, çayı bir güzel gömdüm. İyi de geldi, şaka maka özlüyor insan. Biz masada otururken iki Türk abi daha geldi ve konu bir anda milli görüş ve Erdoğan övme yarışına girdi. Memleket özleme geyiğine, sohbete katılacak kadar kendimi kaptırmamıştım tabi. Aslında özlemeyi bırak, dışarıda geçirdiğim her günü bir nimet sayıyordum. Dayılardan bir tanesi övme çıtasını o kadar yükseltmişti ki, vergileri bile övüyordu. Abartmıyorum, vergileri gururla verdiğini, daha isteseler, daha da vereceğini söylüyordu. Asfalt döküyorlar ya, gözü arkada kalmıyormuş. 3 ay sonra kazıp, tekrar asfalt yapıyorlar ama dedim, oralı olmadı. Bekara eş boşamak kolay hesabı, gel Türkiye’de yaşa da öyle öv diyorum içimden ama Türkiye’de yaşayan versiyonlarını da biliyoruz. Yine över, yine över. Neden Türkiye’ye dönmediklerini sordum, eşini yollamış, çocukların işi gücü buradaymış artık, o yüzden tam olarak dönemiyormuş. Gereksiz polemiğe girmek istemediğim ve bana fikrim sorulmadığı için susarak, dönerimi kemirerek geçirdim o dakikaları. Dönerci abiden Ralph abiye Almanca bir mesaj yollattım. Birazdan kapıda olacağımı falan söylettim. Dönerci abi hiçbir ücret kabul etmedi, sağolsun. Karnımızı da iyi doyurmuş olduk hehe.
Tekrar binanın önüne gittim ama kimsenin çıktığı, camdan el salladığı, kapıda beklediği falan yoktu. Mecburen yine beklemeye başladım. Yarım saat, bir saat olduktan sonra mecburen kendi telefonumu yurtdışına açarak, bu kez Ralph yerine, eşi Jennifer’a “evde misiniz, kapıdayım” diye mesaj attım. Birkaç dakika sonra Jennifer aşağıda beni karşıladı. Ben, bu zamana kadar kendilerini Alman sanıyordum ama Amerikalılarmış. Hatta Ralph hiç Almanca bilmiyormuş, dönerciden attırdığım mesajı da anlamamış sdfs. Bence bu çok komik bir durumdu dskfd.
Almanya o kadar güzel ve her şeyi düşünen bir ülke ki, apartmandaki asansörler bile bisikletlerin sığabileceği boyutta yapılmış. Sırtlanıp beşinci kata kadar çıkarma niyetindeyken, hangar gibi asansörü görünce gözlerim doldu.
Eve çıktık, hemen birer bira açtılar. Yabancıların bu olaylarına hastayım. Eve girer girmez, bir şey içip içmeyeceğini soruyorlar ve dolaplarında genelde hep biraları oluyor. Birer bira yuvarladıktan sonra, uzun uzun turdan bahsetmeye başladık. Jennifer ve Ralph gerçekten inanılmaz iyi ev sahipleriydi. Çok aksanlı ve hızlı konuştukları için konuştuklarının çoğunu anlamadım aslında ama yine de eğlenceli insanlardı dsjf. Jennifer uzun uzun konuştuktan sonra “ya biz çok hızlı konuşuyoruz ve gelenler genelde bizi anlayamıyorlar” dedi, şu an durumun farklı olmadığını onlara da itiraf ettim dsfks. Jennifer bir yazılım firmasında çalışıyor ve Ralph henüz kendine göre bir iş bulamadığından ev erkeği olarak yaşımını idame ettiriyor. Yemekleri falan yapıyor. Hafta sonları beraber tura çıkıyorlar. Birkaç tane bisikletleri var, bazen tek tek, bazen tandem bisikletleriyle civar şehirlere gidip geliyorlar. İnanılmaz hareketli ve enerji dolu bir çiftti. O taraflardan geçen olursa mutlaka kendilerini bulup, yazsınlar. Evlerinde başka bir misafir olsa bile salonda yatırırlar, yine de geri çevirmezler.
Sabah kahvaltıyı yaptıktan sonra, gaz ocağımın bittiğini ve nereden alabileceğimi sorunca, Ralph, beni en yakın yapı markete kadar getirdi. Baya bakındık ama ocağıma uygun tüp bulamadık. Birkaç ihtiyacımı aldıktan sonra kasaya geçtik. Kasadaki kadına kredi kartımı uzattım, kartı inceledi. Arkasında imza olmadığı için pasaportumu görmek istedi. Adamlar gerçekten her konuda kuralcı. Türkiye’de şu ana kadar kimsenin kartı incelediğini, imzasına falan baktığını görmedim. Almanlar çok acayip adamlar.
Bir sonraki gün içinse Ingolstadt şehrinden biraz daha ilerideki Eichstätt isimli, adını söyleyemediğim ve hatta yazamadığım şehirde kalacak yer bulmuştum. Mesafe biraz uzundu ama Almanya yollarının genel olarak düz olması sebebiyle çok takmıyordum. Zaten ocak bulacağım diye saati 11 yapmıştım. Bundan sonrası tempolu bir şekilde kuzeye doğru devam edecekti.
Münih’in kenarlarında biraz dolaştıktan sonra, kendimi google’ın kollarına bıraktım. İstikamet kuzey ve yeni biralardı.