Çimenlik alanlarda kamp yapmanın en büyük sıkıntısından daha önce bahsetmiştim. Lanet sümüklü böceklerle beraber uyandım yine. Dışarıda unuttuğum terliğimin üzerine de bir güzel çıkmışlar, vıcık vıcık etmişler terliğimi. Çekiç vasıtasıyla hepsini çadırımdan ve hayatımdan uzaklaştırdıktan sonra ufak ufak hazırlandım. Fransız eleman da kalkmıştı ama Koreli tabi yine her zaman olduğu gibi keyif uykusundaydı. Fransız bana baktı, “ne iş” dermiş gibi, “o biraz rahattır” dedim. Birbirimize baktık ve bisikletlere atlayıp, Koreli’yi orada bırakıp devam ettik.
fsjkldfsd Şaka lan. Bunu dememi bekleyen çok kişi var, biliyorum ama yapmadım. Zaten bugün son günümüzdü. Lihteynştayn’ın içine girecek, birer bira içip, ayrılacaktık. Bir süre sonra Koreli de kalkıp, her sabahki kahve ve kahvaltı ritüellerini tamamladıktan sonra yola koyulduk.
Koreli, burayı özellikle çok görmek istiyordu. Aslında görülecek bir şeyi de yok. Bir ucundan diğer ucuna KOŞARAK bir saatte gidebileceğin kadar bir ülke işte sfklsd. Buraya gelene kadar, hep burayı ne kadar çok görmek istediğinden bahsetti. “Neyini görmek istiyordun”, dedim, “ya işte minicik falan ya” diyor dasfkls. Evet, gerçekten minicik. Bizim mahalle kadar. Büyük kısmı dağlardan oluşuyor zaten. Düzlüklere de şehir kurmuşlar. Ülkenin nüfusu 500 falan ve bunların 300’ünü uzak doğulu turistler oluşturuyor sdfjklsd. Ülkede görülebilecek bir şey de yok aslında ama uzak doğulular burayı da istila etmişlerdi. Görülebilecek bir yer mi bilmiyorum ama her kartpostalda gördüğüm bir ev var. Baya ünlü bir ev. Lihteynştayn’la alakalı her yerde o ev var sdfjsd. Gidip imza isteyesim geldi evden. Neyse. Vaduz’un meydanında dolaştık biraz. Yürüyerek 4 dakika falan sürdü sdflks. Off, ne ezdim ülkeyi ya. Fransız elemanın söylediğine göre zaten çoğu insan orayı İsviçre’nin bir kasabası gibi görüyormuş. “aman canım onlar da öyle eğlensinler işte” kafasında bir ülkelikleri var.
Koreli buraya özel bir ilgi duyduğu için, hediyelik dükkanına girip kart falan satın aldı. Sonra da yerli biralardan içelim diyerek, bir bara oturalım dedi. Tanrılar çıldırmış olmalıydı sdfj. İlk kez onu gün içinde para harcarken görüyor olmak garip bir histi. Uzak akrabaları Çinli turistlerin etrafta para saçmalarına içerlemiş olabilir belki, bilmiyorum sdfh. Neyse, güzel bir mekana oturduk, bira olarak yerli bir markanın Ale biralarından söyledim. Yüksek alkollü, canavar gibi bir biraydı. Muhabbet eşliğinde birayı gömdüm tabi hemen. Kaç gündür bira içmiyordum. Ben bir tane daha söyleyeyim derken, Fransız, garsonu çağırdı. Eleman Fransız ama İngilizce’yi aksanlı konuşuyor, Almanca su gibi. Bknz: Eğitim sistemi. Neyse. Garson kıza Almanca olarak bir şeyler söyledi, ben de bana bira söyledi sandım ama kız gelince kartını uzattı, tüm hesabı ödedi. Bu da ayrı bir cins çıkmıştı. Neyse, dedim, bir yarım saat sonra ayrılacaktık zaten.
Tekrar kalkıp, yol üzerindeki marketten öğle için yiyecek bir şeyler aldıktan sonra tekrar Ren nehri kenarındaki bisiklet yoluna çıktık ve son muhabbetler eşliğinde, yiyecekleri tükettik. Artık sona ulaşmıştık. İkisi de “sen ne tarafa gideceksin, sen ne yapacaksın” şeklinde bir sürü sonu gelmeyen anlamsız muhabbetlere devam ediyorlardı. Yaz bittiği için ayrılmak zorunda kalan yaz aşkları gibiydik dsklfs. İlk adımı kimse atamıyordu. Tam bir ruhsuz gibi kalktım, size doyum olmaz, yolcu yolunda gerek, dedim. Koreli’ye sabahları beni soktuğu sinir krizlerine rağmen, yol arkadaşlığı için teşekkür ettim, Fransızla da vedalaştım. Ve pedala yüklenerek, bisiklet yolu üzerinden Almanya istikametine doğru ilerlemeye başladım. Yirmi metre civarı gittikten sonra durdum, arkamı döndüm, “Ki” diye bağırdım, ki Koreli’nin adı buydu, ilgi zamiri falan sanarsınız diye bu zamana kadar hep Koreli dedim; oturduğu yerden kalktı, bana döndü, bağırarak ve Türkçe olarak “.mına koyim!” dedim sdakfjasd Of, hala gülüyorum. Daha önce de söylediğim gibi, anlamını biliyordu, öğretmiştim. Bilirsiniz, biz Türkler ilk olarak küfür öğrenir ve küfür öğretiriz. Hayatımızı idame ettirmemizin, kendimizi ifade edebilmemizin en önemli kısmıdır küfürler. O da aynı cümleyi bağırarak tekrarladı, güldük ve tekrar dönüp, yoluma devam ettim. Köprünün altını geçtikten sonra, bir daha ardıma bakmadım.
İlk ve son yoldaşımla da ilişkim bu şekilde bitti. Sabahları ne delirtiyordu beni piç.
Artık yeniden yalnızdım ve büyük ihtimalle de yalnız olarak turumu tamamlayacaktım. Bisiklet yollarından Lihteynştayn’da ilerlemeye devam ediyordum ama haritada gördüğüm kadarıyla bu birliktelik fazla sürmeyecekti. Birkaç ufak köprüden geçtip, bisiklet yolunu takip etmeye devam ettim. Bisiklet yolu beni tekrar anayola çıkarınca, kendimi bir anda Avusturya’da buldum. Garmin’i takip ettiğim için, o da bir başka köprüden beni tekrar İsviçre’ye geçirdi. Biraz daha ilerledim, başka bir köprüyü daha geçip, tekrar Avusturya’ya girdim. Tekrar köprü geçip, İsviçre’ye döndüm. Beynim dönmüştü artık dsfkl. Cebimde kalan son İsviçre paralarını harcamak için bir markete girip biraz alışveriş yaptım. Niyetim, Ren nehrinin döküldüğü gölün kıyısında kamp yapabileceğim bir yer bulmaktı. Yola devam ettiğimde, artık geri dönüşü olmaksızın Avusturya’daydım. İsviçre günlerimiz de böylece sonra ermişti. Bir günde defalarca ülke değiştirerek, kendi çapımda ayrı bir rekora imza atmıştım. Sınır kapısı olsa, üçüncü ülkede sınır polisleri beni kesin döverdi. “Oyun mu oynuyon lan piç! çaattt”
Nehir içinde yükselen ağaçlar arasından, yolların iyice bozulduğu en uç kısıma kadar gittim. Orada kalabileceğim bir yer buldum ama içime sinmediğinden, tekrar toparlanıp, nehir kıyısında bir yer bulmaya çalıştım. Bu bölümleri de çok güzel yapmışlar. İnsanlar bisikletle ya da yürüyerek adacıklar arasında gezebiliyorlar. Aralara köprüler koymuşlar, vatandaş gayet keyifli keyifli geziyor. Elinde aşırı profesyonel kameralarla kuş fotoğrafları çeken dayılar, teknelerle gezenler, koşanlar falan vardı. İki tarafı nehir olan ve ağaçlar arasında güzel bir boşluk bulunan bir alanda çadırımı kurdum. Dışarıdan neredeyse hiç görünmüyordu. Vazgeçilmez akşam yemeğim olan makarnamı da yapıp, etrafımda hiç susmayan ördek ve karabatakların sesleriyle uyuma faslına geçtim.
Çadırın sudan yüksekliği sadece 10 – 15 santim civarındaydı ve bir anda uyumadan önce bende bir korku başladı: “ya gece sular yükseliyorsa?”. Vay babayın kemiğine. Dolunay falan da yoktu ama yine de bir tırsma hali yerleşti bünyeye. Kalktım, etrafı kolaçan ettim, yerlere baktım, ıslaklıkları, dalga izlerini görmeye çalıştım ama herhangi bir emare yoktu. Tabi herhangi bir işaret olmaması benim yusuflarımı dizginleyemiyordu. Tırsma hali bir kere bünyeye yerleşmiş ve bir şekilde gecenin bir yarısı sular içinde uyanacağım konusunda kendimi ikna etmiştim salfkasd. Yanımdaki ağacın çıkılabilecek dallarını falan bile hesaplayıp, öyle girdim çadıra. O psikolojiyle uyudum ve tahmin edersiniz ki, gece boyunca su sesiyle uyanıp, her yerin ıslak olduğu hissiyle paniğe kapıldım sdfkls. Hani terlesem, boğuluyorum sanıp, ağaca tırmanacak haldeydim gece boyunca. Yalnız ördekler çok rahatsız ettiler. Ortam olarak çok güzel bir yer olsa da rahat uyku için tavsiye edilmiyor. Gidin başka yerde yatın. Benim gibi takıntılıysanız, bu diyarlar size göre değil sdjsk.
Sabah uyandığımda kuruydum ama kaç kere uyandığımı hatırlamıyorum.
Artık Koreli’yi beklemek gibi bir derdim olmadığı için erkenden yola çıktım. Avusturya’nın Bregenz şehrinden geçerken, herkes işine yeni gidiyordu. Kendimi bisiklet mesaisine başlamış bir çalışan gibi hissettim. Avusturyalı gençler işlerine giderken, dayılar teyzeler de bisikletleriyle göllenmeye gidiyorlardı. Hayat size güzel dedim. Dua edin, Viyana kapılarından geri döndük, dedim sdfklas. Bisiklet yollarını takip ederken, bir anda kendimi Almanya’da buldum. Olm bisiklet yolundan ülke mi geçilir ya sdjlfsd. Siz bu sınır serbestliğini fazla mı abarttınız, ne yaptınız? sdjfsd
Almanya’ya girmiştim girmesine ama özellikle görmek istediğim bir yer yoktu. Benim için genel kıstas meşhur Alman biralarını gömüşlemekti. Önce Münih’e, sonra kuzeye doğru çıkıp Berlin tarafına gitmeye karar verdim. Gördüğünüz gibi harika bir turcuyum. Her hareketim önceden çalışılmış ve planlanmıştı dsjfjd (Uzun yol turcuları unfollow dsfklas) İşin şakası bir yana, daha önce de söylediğim gibi, benim vize tarihimi yanlış verdikleri anda benim tur planım komple dağılmıştı, yerlere yeksan olmuştu, sözlüye kaldırıldığı dersin adını bile bilmeyen öğrenciye dönmüştü. O yüzden, turun Avrupa bölümünün çoğu zaten spontane gelişti. Kafama göre gezdim. Tavsiye ederim. Kendinize sınırlar koymayın falan dedirterek, bir yaşam koçu gibi konuşturmayın beni.
Neyse, neredeyse sinirleniyordum kendi kendime ya ?
Heh işte, dediğim gibi niyetim biraları sömürmek suretiyle Münih’e doğru ilerlemekti. Canım sevdiceğim sayesinde iki gün sonraya bir warmshowers evi ayarladık, Münih’te kafam rahat olacaktı. Garmin’e yol üzerindeki ilk büyük şehir (ya da belki kasaba falandır, bilmiyorum) olan Kempten’in adını girdim ve kendimi, onun tamamiyle şefkatsiz olan kollarına bıraktım. Bakın, bu namussuz alet, buraya gelene kadar sürekli beni bisiklet yollarına yönlendirmiş, düz gitsem 200 metrede geçebileceğim yolları, beni bisiklet yoluna sokarak 2 kilometrelere çıkartmış bir alet. Aylardır yazıyorum, hepiniz biliyorsunuz. Bu alet, normal asfalt yol dururken, beni merdivenlere, keçi yollarına yönlendiren alet. Ve sanki tüm o şerefsizlikleri yapan kendisi değilmiş gibi, TÜM YURDU SARAN BİSİKLET YOLLARI OLAN BU ÜLKEDE ADAM BENİ SÜREKLİ OTOBANA YÖNLENDİRİYOR. Oh may goşşş, delireceğim. Ben bisiklet yoluna giriyorum, o beni yoldan çıkartmaya çalışıyor.
Çektim kenara, aldım önüme konuşmaya başladım. “Bak”, dedim, “Garminciğim. Seninle iyi kötü anılarımız oldu. Kah öldürdün, kah süründürdün, gün yüzü göstermedin bana. Şimdi dünyanın en KURALCI ülkesindeyiz ve sen, bana bisiklet yollarını göstermiyorsun? ŞEREFSİZ MİSİN LAN?!, Ayak üstü adamlar beni sınırdışı ederler oğlum. Merkel’le Tayyib’in iyi anlaşması falan bile sökmez, doğru yolu bul, beni bisiklet yollarından götür.” dedim, ama cevap vermedi piç. Bu Garmin milletine güven olmaz arkadaş. Çaresiz, ona uydum ve tekrar yola koyuldum ama bir yandan da tırsıyorum. Daha önce warmshowers sitesinden bizim evde kalan Tom insanının, Almanya’da kamp yaparken polisler tarafından yakalandığını falan biliyorum, kamp yapacak yer konusunda da türlü tereddütlerim ve korkularım var yani. Kah ana yoldan, kah ara yollardan, kah ana yol kenarlarındaki bisiklet yollarından Garmin’in rüzgarına kapılarak devam ettim uzunca süre. Gerçi Garmin efendi, beni ana yol kenarındaki bisiklet yollarına bile yönlendirmiyor, yolun ortasından gidelim de kamyon ezsin, tır çarpsın, polis beni sınır dışı etsin istiyor. Çok çatıştık herifle ya. Bazen çok güzel yollara soktuğu da oldu, tamam, onları gözardı edecek değiliz ama bazen de çek çekici, vur üstüme diyor.
Garmin’le çatışa çatışa uzun süre yol aldıktan ve yol kenarında öğlen makarnamı yedikten sonra, Isny im Allgau (küçük a’nın üzerinde iki nokta var) diye garip bir ismi olan bir kasabaya geldim. Gerçi Almanya’da ismi normal olan bir yer görmedim. Neyse, bu konuya sonra değiniriz. Kasabanın girişinde bir restoran ve önünde bira içen dayıları görünce, bir Germen birası içeyim bari, dedim. Önce içeri girip, telefonu şarja bıraktım ve şöyle okkalı bir bira istedim. Lihteynştayn’da içtiğim 33’lük birayı saymazsak, bayadır bira içmediğim için biraz heyecanlıydım. Bi de Alman birası ya. Ne güzeldir Almanlık. Ablam bol köpüklü birayı getirdi, koydu önüme. Almanya’da isteyeceğiniz tüm biralarda en az üç parmak köpükle geliyor biralar. Bizim memlekette köpük, küfür olarak algılanıyor genelde. Aslında birada köpük iyidir. En basit özelliği ısınmasını önler, aromasını ortaya çıkarır. En kaliteli biralar, siz bardağın dibini görene kadar, köpüğü kademeli olarak azalanlarıdır. Bardağın yarısına gelmeden köpük gitmişse, çok da matah olmayan bir bira içiyorsunuz demektir. Yani, size köpüklü bira veren garsonlara sövmeyin, aksine teşekkür edin. Neyse, biranın inanılmaz güzel içimi vardı. Yumuşaktı, yağ gibi akıyordu boğazdan. Aromasını hissediyordunuz. Memlekete döndükten sonra Efes içince, kezzap içiyor hissine kapılıyorum maalesef sdjklf.
Velhasıl, dayanamadım, bir bira daha söyledim. Tadını çıkara çıkara içtim. Bu restoranda biranın fiyatı 2.8 euroydu yanlış hatırlamıyorsam ama Almanya’da fiyat politikası çok iyi ayarlanmış. Dışarıda içebileceğiniz en uygun biralar genelde 2.4 € civarına kadar düşebiliyor, en pahalısı da 3 €. Daha pahalısını ben içmedim ama lüks yerlerde belki daha pahalı olabilir. İtalya’daki gibi 20’lik leş biraya 2 € istemiyorlar en azından. Muhteşem biralar için 3 € gözden çıkarılabilecek bir rakam. Türkiye’de en kötü mekanda 12 liraya (yani o zamanın kuruyla yaklaşık 3,5 €) leş gibi bira içiyorken, orada 10 liraya muhteşem bira içiyorsun. Şikayet edeni bira tanrısı çarpar. Ironman Constantin dayının verdiği 5 euroyu burada değerlendirdim ve tekrar şükranlarımı yolladım evrene.
Artık hava da ufaktan kararmaya başlayacaktı ve artık kamp yeri bulmam gerekiyordu. Şimdi, yukarıda da söylediğim gibi Tom’un daha önce yakalanmış olması, bende tedirginlik yaratıyordu ve Almanya, yemyeşil tarlalarla ve ortasında bir miktar ağaç bulunan arazilerle kaplıydı. Ağaçlara ulaşabilsem, ormanın içinde kamp yeri bulabilirdim ama tarlaların ortasında olduğu için oralara yol yoktu. Yemyeşil ülkede kamp yapacak yer bulamıyordum resmen sdfjk. Bir yokuşu tırmanırken, sağ tarafta bisiklet yolu olduğunu gösteren bir tabela gördüm. Yol toprak bir yoldan orman içine bağlanıyordu. Bu yoldan girip, orman içinde uygun bir yer bulabileceğimi düşündüm ve oraya girdim. Zaten yokuş çıkıyordum, eyvallah ama burası da tamamen leş bir yokuştu. Bazı bölgelerin eğimi tahmini olarak %15’leri geçiyordu ve çok dik yamaç olduğu için kamp yapabileceğim hiçbir yer de yoktu. Yaklaşık 3-4 kilometre boyunca o toprak yolda tırmandıktan ve uygun hiçbir yer bulamadıktan sonra bir köye çıktım. Köyü de geçtikten sonra, yine bir bisiklet yolundan şansımı denedim. Uzunca süre çırpındıktan sonra bisiklet yoluna paralel bir boşluk gördüm. Arada bodur ağaçlar ve çalılıklar olduğu için bisiklet yolundan ya da diğer taraftaki tarlaların yanından geçen yoldan görünmüyordu. Tek sorun, birkaç tane avlanma kulübesi olmasıydı. Tarla kenarında olduğu için, geceleri yabani domuzlar tarlaya girip ekinleri yemesin diye, beklemeye gelebilirler diye düşündüm; zira babam köyde öyle yapıyor ama başka seçeneğim olmadığından, havanın kararmasına yakın bir saate kadar bekleyip, çadırımı kurdum. Tom yüzünden tırsmıştım bi kere. Bir de girdiğim ülkelerde her zaman ilk günün bir gerginliği oluyor. Her şeye rağmen, Koreli ile sürdüğümüz günlük ortalama 45 kilometre mesafeden sonra, 75 kilometre sürüp, kendime gelmiş olmanın mutluluğunu da hissediyordum tabi.
Velhasıl, gergin bir şekilde yatıp uyudum. Gecenin bir yarısında avlanma kulübesi tarafından gelen bir kapı gıcırtısı sesine uyandım. Aha dedim, geliyor saçmalar dsafja. Çadırdan çıkıp, orada olduğumu belli etmek istedim ama herifin, sesi duyup şarjörü boşaltabileceği ihtimali de yusuflara yusuf katıyordu. Zaten tura çıktığımdan beri yusuflar 12 kardeş olmuştu. Her domuzda birkaç yusuf daha ekleniyordu aramıza ? Çadırın kapısını hafiften aralayıp, hi, huy diye seslendim ama bir hareket yoktu. Yine de içim rahat etmediğinden ışığı alıp, dışarı çıktım. Kulübeye doğru yanaştım, ışığı yönlendirdiğimde burnuma doğru uzatılmış namlunun ardından, anlamadığım bir şeyler söyleyen tehditkar bakışlarlasdla. Şaka ya. Kimse yoktu. Rüzgardan falandı herhalde. Gerçi rüzgar da yoktu ama cinler falan olacak değil herhalde.
Çadırda 13. Yusuf kardeşimize de bir yer açıp, tekrar uykuya dalmaya çalıştım…