Ironman, Fransız ve Lihteynştayn

Uzun zaman sonra çok güzel uyumuştum. Rakım artık üç haneli rakamlara indiği için hava sıcaklığı da iyiydi. Hala hava kapalı ve pusluydu ama ufukta yağmur görünmüyordu. Artık Koreli’nin ne zaman kalkacağını bildiğim için rahatça kalkıp, sakince hazırlandım. Kahvaltımı ve kahvemi yaptım. Dün her ne kadar duş almış kadar ıslanmış olsak da, dört gündür duş alamıyor olduğum geldi aklıma. Acaba nehirde yıkanabilir miyim diye düşündüm ama suya elini sokmak bile cesaret ister. Su o kadar soğuktu ki, elini soktuğunda adeta ısırıyordu, bıçak sürtüyordu, jilet atıyordu. Ara sokakta bekleyen bir tinerci kadar tehlikeliydi.

Toto yemedi tabi ama pes edecek değildim. Bu zamana kadar çantamda taşıdığım seyyar duşu artık kullanmanın zamanı gelmişti. Sayemde baya gezmişti ve şimdi bunun bedelini ödeme zamanıydı. Tencereyle nehirden su alıp, iki parti kaynattım. Üzerine biraz da soğuk su ekledim ve hemen çadırımın yanındaki direğe astım. Bu süreçte Koreli de, soyunduğum ana kadar geçen sürede şaşkın gözlerle beni izliyordu. Sonradan eklediğim soğuk su, kaynattığım suyun etkisini tamamen yok etmiş ve hakimiyetin kimde olduğunu acımasız bir şekilde göstermişti ama buna rağmen, evinde duş alan bir adamın rahatlığıyla duşumu aldım. Şarkı bile söyledim duşumu alırken. Doğanın içinde, doğanın bir parçası gibi hissettim kendimi. Duşu bitirip, kurulanmaya geçtiğimde Koreli’ye de isterse duş alabileceğini söyledim ama pek oralı olmadı. Kıçına bakmayacağım konusunda ne kadar söz versem de ilgilenmedi. Sen bilirsin kenks.

Hazırlanıp tekrar vurduk kendimizi yollara. Hava ufaktan açmaya başlamıştı. Yolun genel profili aşağı doğru eğim içeriyordu ve saçlarımın efil efil rüzgarla uçuşması keyfime keyif katıyordu. Saçların uzunsa ve sürekli terliyorken, üstüne bir de duş alamıyorsan o saçlar, saç olmaktan çıkıyor. Arap saçına dönüyor. Dört bilinmeyenli denkleme dönüyor. İstanbul trafiğine dönüyor da, saatlerce yüz metre ilerleyemediği için kontak kapatan araç oluyor. Neyse, dediğim gibi yolun genel profili aşağı doğru olsa da, aralıklı olarak tırmanışlar da denk geliyordu. Artık şehirlere yaklaştığımız için otobanlar ve tüneller de artıyor ve gideceğimiz yolu zorlaştırıyordu. Garmin, daha önce de söylediğim gibi asla tünel ve otoyol göstermez. Bunun yerine dağları, bayırları, toprak, patika ve hatta merdiven içeren yolları gösterir de, o tünele sokmaz seni. Tam bir inatçıdır.

Birkaç kez bizi yolumuzdan döndürmek istediyse de, ben pek oralı olmadım. Bisikletlilerin geçmesi yasak olan bir tünelden hızlıca geçip gittik. Amaç, günün sonunda Liechtenyşanhj isimli ülkeye ulaşmaktı. Oradan sonra ayrılacaktık ve herkes kendi yoluna bakacaktı. Tekrar yalnız kalacak olmanın coşkusu vardı üzerimde biraz. Yokuşlardan yardırarak iniyor, manzaranın tadını çıkarıyordum. İsviçre, doğa seven insanlar için gerçekten görsel bir şölen gibi. Dağları, nehirleri, yolları, evleri, ormanları, gölleri.. Kafanı ne yöne çevirsen, gözünü çelen bir doğa güzelliğiyle karşılaşıyorsun.

İsviçre’de de diğer tüm Avrupa ve Balkan ülkelerinde olduğu gibi yollar, gidişli gelişli birer şeritten oluşuyor. Birden fazla şerit, sadece büyük otobanlarda bulunuyor. Yollar, hep yamaç kenarlarına kurulduğundan, birçok kez yolların heyelanla çökmüş olduğunu gördüm ama bu abiler neyse ki, İtalyanlar gibi öylece bırakmıyorlar. Yolun eğer tamamı göçmediyse ya da yolun tek şeridinde bakım çalışması varsa, uzunca bir güvenlik şeridi koyup, sinyalizasyon ile iki yönden araç geçişine izin veriyorlar. Çalışmanın olduğu yol kısa olunca sorun olmuyor da, uzunca kapatılmış yollarda, hele bir de hafif yukarı eğim varsa ışık karşı tarafa yeşil olmadan yolu bitirmek çok büyük dert oluyor. Yollar oldukça dar olduğu için, arabanın kenarından geçer giderim diyebileceğiniz bir yol da yok. Köprüde karşılaşan iki inatçı keçi hikayesindeki gibi kafa kafaya kalıyorsunuz.

Neyse ki, “bizce” tek dişi kalmış bir medeniyetin beşiğinde yaşayan adamlar oldukları için, kendisi bir sonraki ışığı beklemek zorunda kalacak olsa da senin geçişini tamamlamanı bekliyorlar. Ne el işareti, ne korna, ne bir sabırsızlık gösterisi. Olm lan, yapmayın böyle, en azından bir korna, en basitinden bir anaya edilmiş küfür bekliyor insan. Bakın, alışkanlık yapıyor, memlekete dönünce kültür şok yaşayacağız. Arkamıza bile bakmadan yaptığımız sola dönüş işareti, muhtemelen yaptığımız en son şey olacak bizim memlekette. Arabanın altında kalıp ölmezsen “el kol yapma amuğakoduğum” şeklinde çevirebileceğimiz sözcüklerle linç edileceğiz. Bunu hak etmiyoruz.

Neyse. Genel olarak inerek ama ara ara da minik çıkışlar yaparak nihai hedefimiz olan Lihteynştayn’a doğru yaklaşmaktaydık. Ren nehrine ulaştıktan sonra hayatımız aşırı düz bir şekilde geçecekti. Po ovasının lanetli düzlüklerinden sonra pek düzlük görememiştim ve kendimi biraz şımartmam fena olmazdı yani sdaklfs. Bisikletçinin kendini şımartma şekli olarak “düz yolda bisiklet sürmek”. Neyse. Ufak bir çıkış sonrasında Ren nehrine inecektik. Yokuşu çıkarken, yanıma yol bisikletli bir dayı yanaştı. Dayı İspanyolca konuşuyordu ki bilenler bilir, benim İspanyolcam çok iyidirtjsajklfs. Yok öyle bir şey. Aylardır okuduğunuz üzere, Türkçeyi bile doğru düzgün yazamıyorum. (Türkçe öğretmenleri unfollow sdjklfs) Dayıcığım da İngilizce’den bihaber. Aslında dayı, İngilizce hariç her dili biraz da olsun biliyor. Almanca, İtalyanca, İspanyolca falan, hepsinden var adamda ama İngilizce olayı bizim “İngilizce bitti” diyen genç kadar. Biz ayaküstü anlaşmaya çalışırken Koreli de ağır ağır arkamızdan yetişti. Bir şekilde Lihteynştayn’a gidiyor olduğumuzu dayıya anlatabildim.

Abimiz 50 yaşın üzerinde ve bir IRONMAN. Hep hayalini kurduğum bir çılgınlık bu Ironman’lik. 3,86 kilometre yüzüyor, 180 kilometre  bisiklete biniyorsun ve üzerine 42 kilometre koşuyorsun. Ben sadece hayal kuruyorum tabi. Ben 3,86 kilometreyi yüzene kadar millet koşu kısmına geçer. Ki o kadar yüzebileceğimi de sanmıyorum. Neyse. Burada konu ben değilim. Dayı, Ironman yarışlarına katılıyormuş, kendi yaş kategorisinde bir şeyler başarmaya çalışıyor. Hayranlıkla dinledim ama çoğunu anlamadım tabi İspanyolca konuştuğu için sdfsdjkf. Bizim nereden başlayıp, nereye gideceğimizi sordu. Burada ayrı bir paragraf açayım.

Ben normalde Koreli’den ayrıldıktan sonra İsviçre’den yine batıya devam edip, oradan Belçika’ya geçecektim ama biraz darlanmıştım. Artık tekrar Balkanlara dönmek istiyordum. Belçika biralarını bile elimin tersiyle itecek kadar darlanmıştım. Düşünebiliyor musunuz?!

O yüzden dayıya Almanya’ya geçeceğimi söyledim. Koreli de kendi planından bahsedip, İsviçre’den Fransa üzerine devam edeceğini söyledi. O sırada dayı bir anda nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde cüzdanını çıkartıp benim elime 5 euro, Koreli’ye 10 frank sıkıştırmıştı. Bir elimdeki paraya, bir adama bakıyordum. Nooluor aq? bakışları vardı yüzümde. Dünya güzellik kraliçesinin yanından geçerken seni durdurup öpmesi kadar ilginç bir durumdu yani sdfkls. Daha önce insanların turculara para verdiğini falan okumuştum aslında ama başına gelince bir garip oluyor. Almama konusunda ısrar ettik baya ama inatla parayı cebimize sokuşturdu. Ben Almanya’ya döneceğim için bana Euro vermiş, üzerinde başka para olmadığı için de özür diliyor sdklf. Böyle de düşünceli bir adamdı Constantin dayımız. Bizi Ren nehrinin kenarına kadar götürdü, Lihteynştayn’ın ne tarafta olduğunu tarif etti ve antremanına devam etmek için pedala yüklendi. Koreli’ye dönüp şaşkınlık içeren ifademi yaptıktan sonra tekrar döndüğümde Ironman olmanın hakkını verircesine roketlediğini ve gözden kaybolduğunu gördüm. Güzel bir abimizdi. Oturup rakı içmelik abilerden.

(Bu arada, beni bu tiple ülkelerine ve evlerine alan adamlara da ayrıca bir saygı duymak lazımmış. Hatta Koreli’ye bile saygı duymak lazımmış, korkmadan geceleri benimle geçirebilmiş sadfjkld)

Koreli ve ben, düz bisiklet yolunda geyiğimizi yaparak ilerlemeye başladık. Niyetimiz çevremizi kaplayan tarlalar arasında bir kamp yeri bulmaktı. Son akşam yemeği stayla, son kampımızı yapacaktık. Last day of humanity. Ben sağa sola bakınırken, arkada kalan Koreli’nin biriyle konuştuğunu duyup döndüğümde başka bir turcunun da pelotona katıldığı gördüm. O da çalıştığı Slovenya’dan yola çıkıp, evine doğru giden bir Fransız’dı. Bir süre beraber sürdükten sonra gece hep beraber kamp yapmaya karar verdik ve sol yanımızda kalan tarlalardan birinin yanında, yoldan görülmeyecek şekilde yerleşip çadırlarımızı kurduk.

Oturduk, makarnalarımızı yaptık. Fransız eleman aksanlı konuşmaya çalıştığı için çoğu dediğinden bir şey anlamıyordum ama aradan anladığım kelimeleri kafamda birleştirip, kendime göre anlamlar yükleyip cevap veriyordum. Muhtemelen komik görünüyordum ama olsun sadfjklsd. Genelde turla alakalı şeyler konuştuğumuz için çok da mühim değildi. Gerçi başka şeyler konuşsak da mühim değildi. Anlamıyorum aq, bunun için kendimi öldürecek değilim sdjfsd. Biz Koreli ile her zamanki akşam rutinimiz olan makarna sonrası şaraplanma eylemine geçtik ama Fransız eleman alkol kullanmıyormuş. Kardeş, sen bu şarapların membaandan geliyorsun, ne demek şarap içmem, deyip yapıştırdım tokadı ağzına. Yapmadım tabi ama bir ara yapasım gelmedi değil. Vücudumuza çok zarar veriyormuşuz diye eleştirdi biraz. Sen daha doğmadan önce de alkol kullanıyordum, bunu senden daha iyi biliyorum, don’t worry, be happy beybi. Yani “sana ne aq” ?

“Dostum, o helikopter değil, uçak! Sizi kazıklamışlar!”

İlk yorum yapan sen ol!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir