Güneş, İşte Burdayım!

Geceyi donmadan atlattım ve sabah yine erkenden kalkarak, at pislikleri içine kurduğum çadırımı topladım. Bu bölgelerde çok fazla ata binen var, at pisliği derken şaka yapmıyorum yani. Hatta bir keresinde “at yolu” diye bir tabela gördüm. Hani bisiklet yolu gibi olanlarından. Adamlar şehir planlamacılığında çıtayı o kadar yükseltmişler ki, biz bisiklet yolunu bulamazken, adamlar atlar için bile ayrı yol yapıyorlar. Teşekkürler İsviçre, nasıl bir cehennemde yaşadığımı tekrar hatırlattın bana.

Çadırımı topladım, bisikletimi yerleştirdim ve hemen yirmi metre ötemizdeki göletin yanındaki çimenlik alana geçtim. Bisikletimi banklara yaslayıp, çimenlere uzandım ve kemiklerimi ısıtan güneşin tadını çıkarttım. Yemyeşil bir çimen, gölet, masa falan varken, at pisliğinin içinde uyumuş olmak yine saçma geldi ama çok da takılmadım. Bahsettiğim barbekünün hemen karşısında kırılmış bir yığın odun vardı ve bir kadın, sırt çantasıyla gelip odunlardan toplayıp, gitti. O an, o odunların, burada piknik yapmak isteyen insanlar için, belediye tarafından konulduğunu fark edince, İsviçre’ye bir teşekkür daha ettim. Böyle bir ortamda, at pislikleri içinde kamp yapmış olmamızı yine de dert etmedim ama. Çünkü huzurluydum. Soğuk bir günün sonrasında kemiklerime kadar işleyen bir güneş gördüysem asla huzursuz olmam. Açarım bağrımı, dönerim yüzümü güneşe, kısarım gözlerimi ve gülümserim. “Güneş, işte buradayım!” derim, kollarımı açarak. “İnsanlar bizi görüp şikayet edebilir” diyip, saat 9’a kadar uyuyan, 11’e kadar hazırlanamayan Koreli bile bozamaz böyle havalarda sinirlerimi. Gölette yüzen, merakla yanıma gelip, ufacık bir hareketimle telaşla kaçışan ördekler varken, içimi ısıtan güneş varken huzursuzlanamam. Severim böyle anlarda herkesi. Etrafta dolaşanlara selam verip, iki üç cümle de olsa sohbet ettim, ördeklere ekmek atıp, kaçışmalarıyla dalga geçtim, güneş panelini yayıp, Garmin’i şarj ettim. Güzel bir sabahtı yani. Daha ne olsundu?

Koreli de kalkıp, ağır hareketlerle kahvaltısını yapıp, çadırını kurutup toparladıktan sonra yola çıktık. Muhteşem bir hava vardı gerçekten. Keyifliydim. Tırmanacağımız geçidin yol ayrımına geldiğimizde, şarjı hala bitmemiş olan telefonumu açıp, güzel bir Country listesi açtım. Keyiften ateş ediyordum tüm dünyaya.

Tırmanışa başladığımız bölüm oldukça sertti. Tahmini rakımımız 1700 civarındaydı ve 2315 rakıma yükselecektik. Rakım olarak çok ciddi bir irtifa kazanmayacak olsak da toplam tırmanış 9 kilometre sürecekti, ortalaması %7’ydi ve bazı bölümlerde eğim %20’lerin üzerine çıkıyordu. İlk 3-4 kilometrelik bölüm çok sert gelmişti ama sonrasında son bölümlere kadar eğim çok fazla düşmese de daha rahat çıkmaya başlamıştım.

Bu bölgelerde o gün eski Volkswagen arabaların gezme etkinliği vardı. Biz geçide tırmanmaya başladığımızda onlar da gruplar halinde inmeye başlamışlardı. Tüm yokuş boyunca aralıklı olarak bu klasik arabalar bize eşlik etti. Bir de bahsetmeyi atladığım başka bir güzelliği var İsviçre’nin. İtalya’dan sınırı geçtiğimiz andan itibaren trenle tüm Alpleri dolaşabilen bir tren ağı bize eşlik etti. Her şehire, kasabaya ve yüksek dağ geçitlerine kadar dolaşıyorlar. İsterseniz vagonda, isterseniz üzeri açık bölümde oturabiliyorsunuz ve doğanın tam içinde, zirvelerin hepsini gezme şansınız oluyor. Oralara tekrar gitme şansım olursa o trenlere binip gezmeyi çok isterim. Size de tavsiyemdir. Azıcık da kamu spotu faaliyeti gösterelim ama değil mi? Passo Del Bernina’da da, bugün çıktığımız Passo Albula’da da trenler aralıklı olarak bize eşlik edip, dağlar arasında kayboldular.

Rakım 2000’leri geçtikten sonra hava yine çok soğuk olmaya başlamış ve montlar tekrar giyilmişti. Daha önceki günlere nazaran Koreli’yi de daha az bekliyordum. Daha az bekliyorum derken, adamın hızlanmasından değil de, benim biraz daha kendi keyfime göre sürmemden ve yolun profilinden dolayı zaten uzun bir görüş mesafemiz olduğundan. Ben de bunun tadını çıkarıp hem çevreyi izliyor, hem de zirveye tırmanıyor olmanın keyfine varıyordum. Bu geçidin zirvesine yaklaştıkça diğer zirvelerden farklı olarak eğim iyice düşüp, bir ovayı andırmaya başladı. Sağda ve solda geniş otlaklar, otlayan koca memeli inekler, her taraftan akan sular ve hafif tatlı bir eğimle bir süre sonra her zirvenin değişilmezi olan restoranı görmüştük. Klasik tabela önü fotoğraflarımızı çektikten hemen sonra yağmur başladı ve bisikletleri yağmur almayan bir bölgeye çekip, restorana sığındık.

Restoran oldukça kalabalıktı. Bir grup tüm masaları kapatmıştı. Masalarda şaraplar açılmış ve keyifli bir sohbet dönüyordu. Anladığım kadarıyla bir şiir toplantısına denk gelmiştik. Herkes elindeki kağıttan bir şeyler okuyor, insanlar dinliyor ve sonra şen muhabbetlerine dönüyorlardı. O tarafta oturacak yer olmadığı için, iç tarafta daha sakince bir yere geçtik. Hemen şarjları taktık. Bu turcunun olmazsa olmazıdır. 3 saniye bile olsa, priz gördün mü, hemen şarjını takacaksın dsjkf. Neyse, ayıp olmasın diye bir bira söyledim. Zaten İsviçre’ye girdiğimden beri bira içmiyordum ve tahmini olarak 2 gün sonra İsviçre’den çıkacaktık. Ver coşkuyu diyip, biramı söyledim. 33’lük biralardan pek haz almasam da, seçeneğim olmadığından sineye çektim. Şükretmeyi bilmek önemlidir :dsmfsjd. Koreli bir şey istemedi.

Koreli’nin “klasik turcular günde en fazla 7 euro harcar” klişesine ölümüne bağlı olduğunu biliyordum da, arada bir de kendini şımart be kardeşim. Ben ısmarlıyım, dedim, onu da kabul etmedi. Yağmur da şiddetini iyice arttırmış, “gelsenize üzerinizde bir şey deneyeceğim” diyordu. Havaya şöyle bir bakınca yağmurun uzunca bir süre dinmeyeceğini anlamak için kahin olmaya gerek yoktu. O yüzden sakince biramı içtim, telefonu kurcaladım, restoranın şifresiz internetini sömürdüm, ki bu en sevdiğim şeyler sıralamasında en üstlerde yer alır. Beleş internet? Alırım bir dal. Beleş internet bulma ihtimali varsa, turun rotasını değiştiririm kardeşş dskf. Şaka lan, o kadar da değil. Neyse. Cam kenarında Koreli oturuyordu, benim bulunduğum yerden gökyüzü görünmüyordu. Zaten bilirsiniz bu İtalyan ve İsviçre tarzı evlerin camları baya ufak oluyor. Koreli’ye soruyorum, “durum nedir, duracak gibi mi?” diyorum, “birazdan durur” diyor. Yarım saat sonra soruyorum, duracak gibi diyor. Biraz daha geçiyor, yine soruyorum, hala yağıyor.

Eh, peki madem, diyip internette takılmaya devam ediyorum ben de tabi ama bir süre sonra bira bitti. Yenisini sipariş etmek gerek ama çok da pahalı (33’lük bira 3,5 İsviçre Frankı yani yaklaşık 3,2 Euro falandı o günün kuruyla), Koreli de bir şey yiyip içmiyor. Ablam geldi, başka bir isteğimizin olup olmadığını sordu, şimdilik yok dedim ama malum, geldiğim memlekette bir masada sipariş vermeden oturabileceğin maksimum süre yarım saattir. Biz 33’lük bir bira ile yaklaşık 1,5 saattir oturuyorduk ve ben, memleketten gelen bastırılmış dürtüler nedeniyle rahatsız olmaya başlamıştım. Koreli’ye soruyorum, kardeş sen bir şeyler içecek misin? İçmeyecek. Ben bir tane daha içsem maddi sıkıntısını geçtim, birazdan ıslak yolda iniş yapmam gerekecek ve ayık bir kafaya ihtiyacım var.

İki saat sonrasında iyice darlandım. Bu yağmurun duracağı yok bence, dedim. Yok duracak, diyor. Ulan iki saattir duracak diyorsun, dedim. Ciddi bir ifade ile, “bak”, dedi, “ben bugüne kadar Alplerde birçok kere yağmurda kaldım, en fazla yarım saat yağar geçer, ben Alp eksperi oldum artık” dedi. VAMMISINA KOYİM, EKSPERE BAK SEN. nmsdfas İki saattir oturmaktan kıçım dümdüz oldu kardeşim, hangi eksperlik bu? Bence artık gitmemiz lazım, dedim. Yağmurluğun var mı, dedi. Eh, çok işe yaramasa da var bir şeyler nihayetinde. Daha fazla beklemek anlamsızdı, çünkü hava iyice soğuyordu ve yakında kararmaya başlayacak ve iniş imkansızlaşacaktı. Eh, 1800’li rakımda dün akşam kıçı donmuş bir adam olarak, 2315’li bir rakımda uyumaya da hiç niyetim yoktu. İnmemizin daha doğru olacağını söyleyip, giyinmek için çıktım. Çantadan yağmur geçirmeyen pantolon/muşamba arası kıyafeti, üzerine montu ve eski yağmurluğumu giydim. Ayağıma da su geçirmez ayakkabı kılıfını taktım ama onun yağmur geçirmez olmadığını daha önce test edip onayladığım için, ayaklarımın ıslanacağından emin olsam da, onu da giydim. Yağmur deli gibi yağıyordu. Muhtemelen bunların hiçbirisi işe yaramayacaktı ama burada durmak da işe yaramayacaktı.

Koreli de hazırlandıktan sonra yaradana sığınıp, yokuştan aşağı yardırmaya başladık. Bulutların içinden iniyorduk resmen. Hava bulutlar yüzünden iyice kararmıştı ve 50 metre uzağını görmek mümkün değildi. Disk frenlerin bana vermiş olduğu güven ve yetkiyle, olabilecek en hızlı şekilde inmeye devam ediyordum. Bir tünele gelince 5 dakika kadar Koreli’yi bekledim. İkimizde sucuk gibiydik dsjkfsd. Koreli isyanlardaydı, “bu inanılmaz” diyip duruyordu. “Nedir inanılmaz olan” dedim, “yağmurda sürmek” dedi. “Nasıl yani, 15 aydır yoldasın ve hiç yağmurda sürmedin mi?” diye sordum, hiç sürmemiş. Kış boyunca ne yaptın? İki üç gün yağmur yağdığında ne yaptın falan gibi sorularımı sıraladım tabi arka arkaya. En son Avusturya’da iki gün boyunca çadırın içinde oturmuş. Vay arkadaş. 19bin kilometredir adam hiç yağmurda bisiklet sürmemiş. Tamam, turda ben de sevmem yağmurda sürmeyi ama yukarıdan kezzap yağsa iki gün boyunca beni çadırda kimse tutamaz dsjkf.

Velhasıl, inişi bitirdik ve düzlüğe ulaştık. Artık öğlen saatlerini çoktan aşmıştık ve karnımız acıkmıştı. Yol kenarında gördüğüm bir kulübemsi yere çekip, verandasında sularımızı silkeledikten sonra yemeğimizi yedik. Benim mavi yağmurluk yine süzgeç görevini başarıyla yerine getirip, içerde güzel bir su birikintisi oluşturmuştu ama olsundu. Kaderde varsa düzülmek, neye yarar üzülmek? demiş atalarımız. Koreli de dert yanıyordu. Her şeyim ıslandı, ne yapacağım falan diyor. Bu sefer sinirlendim ben tabi. -Yukarıda kalsan ne yapacaktın, ne kadar kalacaktın restoranda hiçbir şey sipariş etmeden? *Konuşur izin isterdim. -E gece ne yapacaksın? *Dışarıda çadır kurarım, kışlık ekipmanım var. -He biz piçiz yani? Nasıl olsa senin kışlıkların var, vadabaut mi (yani Türkçesi, ben ne bok yiyeceğim)?

Orada gerçekten bozuldum. Sadece kendini düşünüyor olması üzdü beni. Ayakkabılarına bakıp sızlanmasını sürdürüyordu bu arada. Tamam, dedim, sen rahat ol, ben ateş yakarım kuruturuz eşyalarını, dedim. Her şey ıslak, nasıl ateş yakacaksın? dedi. Kardeşim biz Şile çocuğuyuz ulenn! sdfjksd Yağmur altında az mangal yakmadık biz, sen o işi bana bırak sdjkfs. Tabi böyle açıklama yapmadım ama en sikko şartlarda nasıl ateş yakılacağını da biliyoruz yani. Az da olsa bir doğa bilgimiz var. En azından ateş yakmaya yetecek kadar.

Biraz daha takılıp, kamp yapacak uygun bir yer aramaya başladık. Normalde yolumuz sağa dönüş gösteriyordu ama haritadan ve yolun profilinden o bölgede kamplık yer bulamayacağımızı düşünüp, biraz daha devam edip, sol taraftan bir toprak yola saptık. Bir inşaat alanı gibi görünen, dozer, baraka gibi hala yaşam belirtisi olan bir yerdi ama o an kimse yoktu. Zaten çalışan bir yer de olsa günlerden Cumartesiydi ve bu bölgede yaşayan kimse eğer Hindistanlı, Pakistanlı, Çinli, Arap ya da Türk değilse Pazar günü çalışmazdı sdjkfsad. İnşaat alanının hemen arkasında nehir kenarında güzel bir çimenlik bulduk. Korelinin 4 saat önce birazdan durur, dediği yağmur da hala devam ediyordu. Hızlı bir şekilde çadırları kurduk. Ben vakit kaybetmeden ateş yakmak için etrafı kesmeye başladım.

Yağmurlu havada ateş yakmak istiyorsan illaki kuru bir şeyler bulman gerekiyor ve bunun için bakacağın ilk yer çam ağaçlarının dibi olmalıdır. Bunu da öğren, başka turcular vermez böyle tüyolar, değerimi bil. Çevreye şöyle bir bakıp, tepelerini gördüğüm çam ağaçlarına doğru ilerledim. Tahmin ettiğim gibi çam ağaçlarının sık dallarından yağmur aşağılara ulaşmamıştı ve kuruyup kırılan çam dalları yakılmak için beni bekliyordu. Yüklenebildiğim kadar yüklendim, kamp alanına bırakıp, tekrar toplamaya çıktım. Tekrar alabildiğim kadarını aldım ve ateşi yakmaya başladım. Bu sırada Koreli’ye de gittiğim yeri tarif edip, gidip dallardan almasını söyledim. Ateşi yaktım, harlamaya başladım. Koreli elinde tek parça dalla geldi. Türkçe olarak, tam bir sanayide çalışan motor ustasının çırağına sövmesi gibi, Yabacaaan işi s.keyim, dedim. İnşaat tarafındaki kalasları artık iyice harlanmış ateşin yakınına koyup, kuruttum, onları da yakmaya başladım. Yağmurlu ve ıslak bir havada ateş yakmanız gerekiyorsa, bu keyif için değil, ihtiyaç içindir. Başında oturup keyif yapma niyetiniz varsa bu keyfiniz en fazla beş dakika sürer. Sürekli ateşle uğraşmanız ve canlı tutmanız gerekir. Ben sürekli ateşi canlı tutmaya çalışırken, Koreli çoraplarını, pantolonunu, ayakkabısını kurutmaya çalışıyordu. Nihayetinde ben de ıslaktım ama onun kadar dert etmiyordum. Yarın kururdu nasıl olsa. Koreli’ye seslenip, biraz daha odun almak için yardım etmesini istedim, “yok, ben iyiyim” dedi. Ha, demek iyisin, ben ateş yakacağımı söyledim, yaktım, madem iyisin, hadi görüşürüz (sitemin reklamını yaptım sdjfs), dedim çadıra girdim.

Islak kıyafetleri çıkardım, çantaların üzerine dizdim. Rakım 930’larda olduğu için hava sıcaktı. Çadırın içinde yemeğimi yaptım, şarabımı içtim, çadırdan üzerimde sadece donla işemeye çıkarken telefonda Lynyrd Skynrd – Free Bird çalıyordu ve o sırada sönmek üzere olan ateşi çaresizce kurcalayıp, harlamaya çalışan Koreli bana bakıp, “şu an tam bir özgür adam gibi görünüyorsun” dedi, “yes, i am!” dedim, işerken, omzumun üzerinden bakarak.

İlk yorum yapan sen ol!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir