Stelvio.

Uykusuz bir geceden sonra uyandım ve otelde kalmanın en iyi yanı olan beleş kahvaltıyı gömmek için aşağı indim. Bu otellerdeki diğer bir ilginç durum ise, kahvaltıya indiğinde hangi masaya oturacağını göstermeleri. Kahvaltı dahil yerlerin tamamında bu durumu yaşadım. Parayı aldıktan sonra anne şefkatine bürünen teyze beni bir masaya götürdü, çayı, kahveyi, meyve sularını gösterdi, “kafana göre takıl evladım”, dedikten sonra yanımdan ayrıldı ve yine rahat rahat kahvaltıyı gömüşlemeye başladım. Az sonra yaklaşık 24 kilometre sürecek allahsız bir yokuş çıkacağım için yine abartmadım tabi. Yokuşsuz bir günde yakalarsam affetmem ama, demedi demesinler. Zaten suratsız karşılıyorlar, bir şekilde “benim minik intikamım” isimli oyunu oynamam ve Türklüğümü göstermem lazım sdahufas.

Neyse. Kahvaltıyı yaptım, odaya gidip zaten sabah erkenden hazırlamış olduğum çantalarımı yüklendim ve yola çıkmak için son hazırlıkları tamamladım. Ben, kendimi yola attığımda mini pelotonlar oluşmaya başlamış, grup ya da bireysel olarak kaçış grupları oluşmuştu :p Havanın kapalı olmasına rağmen, oldukça yoğun bir bisiklet trafiği vardı. Tabi bisikletlerin tamamına yakını yol bisikletleriydi. Benim gibi iki manyak daha gördüm, onun dışında herkes birer Contador, herkes birer Froome olmuş, hem yokuşa, hem enerji jellerine yüklenerek tırmanıyordu.

Doğanın güzelliği, yanımdan geçen onlarca bisikletli, yolların güzelliği ve hep hayalini kurduğum bir yokuşu çıkıyor olmak, kendimi özel hissettiriyordu bana. Bacaklarımdaki yanma, durmaksızın süren eğim, yukarılara çıktıkça soğuyan hava, yüzümdeki anlam verilemeyecek kadar bariz olan sırıtmayla beraber eriyip gidiyordu. Yanımdan geçen yol bisikletlilerin yüklü bisikletime bakarak “respect!” demeleri, alkışlar ya da tezahüratımsı tepkilerle bana destek vermeleriyle bu kendini özel hissetme duygusu tavan yapıyordu. Her şey şiirsel bir güzellikte ilerliyordu.

Henüz Stelvio’nun o meşhur zigzaglarına varmamıştım ve daha yola çıkalı pek fazla olmamıştı ama yolun ne kadar yorucu olacağı daha ilk başlardan belli oluyordu. Tırmanan herkes, aynı hedef için oraya toplanmış ve birbirinden güç alan büyük bir organizma gibiydi. Zigzaglara başlamadan önceki son köy olan Trafoi’ye girmeden önce kenardaki bir çayırda durup, karşımdaki karlı dağların heybetiyle büyülenmiş bir şekilde dinlenmeye çalıştım. Daha ancak 600 civarı bir rakım tırmanmıştım ama hissettiğim soğuk, yukarıda beni neyin beklediğini anlatıyordu. O çayırda oturup, karşımdaki karlı dağları ve daha önümde tırmanılacak 1200 metre civarı bir rakım olduğunu düşününce “benim ne işim var lan burada?” diye düşünmedim dersem yalan olur dsjklfsd.

Yanımdan geçen yol bisikletlilerin cesaretlendirmeleriyle tekrar yola koyuldum ve Trafoi geçildikten sonra zigzaglar başladı. Bu bölüm ormanlık olduğu için zigzagların nerede başlayıp, nerede bittiğini, takip ettiğim yolun yukarıda hangi yükseklikten geçtiğini görmek mümkün olamıyordu. Gideceğin yolu görmek, bazen psikolojik olarak rahatlık verse de, bazen tam tersi olabiliyor. Bu biraz yolun sertliğine bağlı. Bazen hemen yanındaki tepenin üzerine bakıyorsun ve gideceğin yolun, 30 metre üzerinde olduğunu görüyorsun. Sanki hiç ulaşamayacağın bir yermiş gibi geliyor sana orası. Bazen yanından geçen bir aracın, yanından geçip gittikten beş dakika sonra hemen tependeki ağaçların arasından geçtiğini görüyorsun. Motorlu bir aracın şu kadar yukarı çıkabilmek için beş dakika harcadığını düşününce, o yol sana hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor.

Ormanlık alan bitmek üzereyken yağmur başlamış, soğuk göt kesmeye başlamış, rakım 1800’ler civarına çıkmış ve artık Stelvio denince gözümüzde canlanan o ağaçsız ve acımasız zigzaglar görünmeye başlamıştı. Düşen enerjiyle beraber yorgunluk da kendini iyice göstermişti. Dursan durulmaz, dönsen dönülmez bir noktadaydım. Kel tepelerde sığınabilecek tek bir çatı da olmadığı için donuma kadar ıslanmak suretiyle, hiç sonu gelmeyecekmiş gibi görünen zirveye doğru tırmanmaya devam etmekten başka çarem yoktu. Bazen içimden, yanımdan geçen arabalara takılmak gibi sinsi bir piçin aklına gelebilecek türden düşünceler geçse de, geçen arabaların tamamına yakınının lüks arabalar olması beni bu düşünceyi eyleme dönüştürmekten uzak tutuyordu. Aslında orada lüks olmayan tek bir şey bile yoktu. Maseratti’ler, Porsche’ler, eski klasik arabalar, kocaman Range Rover jipler, yüksek donanımlı bisikletler, pahalı karbon kadrolar…

Ve ben, artık öğlen saatlerini geçmiş ve açlıktan enerjisi bitmek üzereyken, yoğun yağmurun altında artık daha fazla ilerleyemediğim için durmuş ve çantamdan çıkarttığım domates ekmeği kemiriyordum. Bu bölgelerin en büyük sıkıntısı, yol üzerinde bir market falan bulabilme ihtimalinin olmayışı. Restoran bulursan öp başına koy ve çıkarken yüklü bir miktarı geride bırakacağını da unutma sdkfasd. Ya da tedarikli olup, yanında karnını doyuracak bir şeyler bulundur. Neyse ki, benim yanımda bir şeyler vardı. Aslında bunu düşünüp çıkmamıştım yola. Sanki Contador’uz ya, öğlene kadar çıkarım nasıl olsa diye düşünmüştüm ama öğlen vaktini geçtiğimde daha önümde çıkılacak on kilometreden fazla yol vardı sdjkfoasd. Özgüven iyidir ama doğa ile kavgada özgüvenden daha fazlasına ihtiyacınız var. Tedarikli ve profesyonel bakmanız gerekiyor her zaman ve tahmin ettiğiniz ve gördüğünüz gibi o bende yok dsjkfas.

Domates ekmeğin bana vermiş olduğu yetkiyle tekrar pedallara asıldım. Stelvio’ya çıkarken enerji jeli alırım diyordum ama oralara gelene kadar hiçbir yerde benzer ürünler satan bir yer görememiştim. Burjuva bisikletçiler jelleri çakıyor, yokuşlara abanıyordu ama fakir olan bendenizin tek tutunacağı dal domates ekmekti sdafjklsad. Bir de dinlediğim enfes müzikler. Tam enerjimin bittiği bir anda kulağıma gelen Lynyrd Skynyrd – Free Bird parçası, tam yerinde, tam zamanındaydı. Kendimi en özgür hissettiğim yerdeydim. Yağmurun altındaydım, üşümüştüm, açtım, yalnızdım falan ama işte, buradaydım, özgürdüm. Bu hissin ne demek olduğunu, şu an ne yaptığımı, neleri başardığımı fark etmemi sağladı bu parça. Yüzüme derin bir gülümseme ve her zorluğun altından kalkabileceğimi düşündüren bir his.

[​IMG]

Yine yol kenarında verdiğim bir molada, yanıma iki lüks bisikletli eleman geldi. Ayak üstü sohbetten sonra “neyse az kaldı, sadece sekiz kilometre” dediğinde kendimi duvardan aşağı atasım geldi. Sabahtan beri tırmanıyordum ama hala sekiz kilometre mi vardı? Ölmeden çıkabilmeyi umarak, sonu gelmez zigzaglarda tırmanmaya devam ettim.

İçimde büyük bir hayali gerçekleştirmenin saadeti vardı ama terden ve yağmurdan sırılsıklam olmuş bedenimin, soğuk havaya verdiği kasılma tepkileri de yeni gelinin saadetine balta vuran görümce etkisi yaratıyordu bünyede. İmkan bulduğum her dönemeçte duruyor, hem dinleniyor hem de büyüleyici dağ manzaralarını izliyordum. Tek amacım zirveye ulaşmak değildi nihayetinde; bu görsel şöleni görmezden gelemezdim. Tırmanışın büyük bölümünde yağmur altında olduğum için genelde sisten bir şey görememiştim ama yağmur dinince yükselen havayla, o griliğin içinde yükselen tepesi karlı dağlar, muazzam bir görsel sunuyordu bana. Sanırım bir kez daha oraya tırmanma şansım olursa, yine kapalı bir havayı tercih ederdim.

Yokuşun sonlarına geldikçe, yolda zirveye ne kadar kaldığı yazmaya başladı. Her beş yüz metrede bir geri sayım yapılıyordu ama benim gibi sabırsız insanlar için böyle şeyler gerçekten çok kötü oluyor. O hedefi gördükten sonra her metreyi saymaya, her dönüşte kafamda mesafe ölçmeye, rakam her azaldığında zirveye bakıp “yok anasının naaamı, zirveye daha bir milyon kilometre var” düşüncelerini bünyeye zerk ediyor ve o yolu kendime daha da zorlaştırmak için her şeyi yapmaya başlıyorum sdajkfasd. Son dönüşe gelip, son beşyüz metreyi gördüğümde de zirveye bakıp, “bu orospu çocukları kesin yalan söylüyor, daha en az iki kilometre var” dediğimden çok kısa bir süre sonra tepeye ulaşmış ve beni karşılayan sosis ekmek kokularıyla merhabalaşmıştım.

Ne olduğunu, nasıl olduğunu bir an tamamen kafamdan silmiş olmalıyım. Nerede olduğumun farkına vardığım anda, anlık bir his kaybı gibi, bisikleti kenara dayayıp aşmış olduğum devasa dağa bakmaya başladım. Ne kadar durdum, ne kadar baktım bilmiyorum ama soğuk ve sosislilerin kokusuyla kendime gelip, öğle saatlerini domatesli ekmekle geçiren midemi şenlendirmek için sosisli tezgahına attım kendimi. Bol kalorili, ketçaplı, mayonezli, soğanlı ve ne eti olduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan sosislimi alıp, tekrar çıktığım yolları izlemeye başladım. Yüzümde geniş bir gülümseme, içimde bir hayali gerçekleştirmiş olmanın saadeti, karnımda sosislinin sıcaklığıyla bir süre orada oturdum ancak titreten soğuk, bu saadeti uzun süre yaşamama izin vermedi. Acilen Stelvio tabelasını bulmaya ve önünde bir fotoğraf aldıktan sonra, sıcak bir kahveyle zirve muhabbetini kapamaya karar verdim.

Çok zordu ama çok güzeldi. O hissi hangi kelimelerle anlatabileceğimi bilmiyorum. Turun en zorlu günüydü belki ama tatmin açısından, verilebileceğin en iyisini vermişti.

Tabelanın başına geldiğimde, kocaman çantalarıyla yüklü bir Surly ve elinde fotoğraf makinesiyle metropol içinde kaybolmuş turist gibi etrafa bakan uzak doğulu elemanı gördüm. “ver aq ver” dedim, makinesine bakarak. Önce ben onun fotoğrafını çektim, sonra o benim fotoğrafımı çekti ve bir kahve içmek için kafelerden birine oturduk. Koşturarak tuvalete gidip, üzerimdeki tüm ıslak çamaşırları çıkartıp, çantada kuru olan ne varsa üzerime giydim. Büyük boy bir americano söyledikten sonra Güney Koreli arkadaşla “nerden gelip, nereye gidersin ey yolcu” içeriğine sahip olan muhabbetimize başladık.

Buradan sonra yolculuğun seyri değişti. Koreli kısmına bir sonraki yazımda geleceğim ve muhtemelen uzun bir bölüm olacak.

Bir sonraki yazıda görüşürüz efendim.

İlk yorum yapan sen ol!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir