“Abi Burası Almanya mı?”

Ayı korkusuyla uyumak zor zanaat. Ayı bu ya. Coğrafyadaki en tehlikeli şey. Elinde silah olan bir insanla bile bir şekilde başa çıkma ihtimalin var ama ayı, bambaşka bir boyut. Yapabileceğin tek şey az acı çekerek ölmeyi dilemek sadufd. Komik gibi ama değil. Gece boyunca kafanda bu düşüncelerle uyumaya çalışınca, hepsi daha beter büyüyor insanın gözünde. Daha zor giriyor uyku ve daha büyük bir ses çıkarıyor, ağaçtan düşen kurumuş dal. Senden önce yusufların kafayı kaldırıp bakıyor, “o ses nereden geldi” diye sdafuıds.

Sabah uyandığımda yağmurun yağmamış ve ayının gelmemiş olduğunu görmek güzeldi. Çantaları toparladım, kahvaltımı yaptım ve kuruyan eşyaları yerleştirip, tekrar yola koyuldum. Geçtiğim yollar, dünkü gibiydi; nefis manzaralar ve müthiş dağlar arasında yükselmeye devam ediyordum. Yolumun üzerinde Lago di Molveno gölü vardı ve oranın da Garda gölü gibi olması hayaliyle sürüyordum ama orada rakım 850 civarında olduğu için hava da daha serindi ve göllenme hayallerimi başka bahara bırakmak üzere bir kafeye oturdum. Bir kahve içeyim, arada da şarjları doldurayım niyetindeydim ama kafede çalışan hatun ısrarla bana çalışan bir priz göstermedi. Gösterdiği prizlerin hiçbiri çalışmıyordu, “çalışmıyor bu” diyorum, anlamıyor, anlamamazlıktan geliyor, yanındakini gösteriyor, o da çalışmıyor falan. İnatla sordum, inatla bozuk prizler gösterdi. Sövdüm biraz çaktırmadan. Göstereceğin prize zıçayım dedim. Fazla da oyalanmadan kalktım. Fak yu biç.

Tamam, İtalya’nın bir çok yeri godaman muhitlerden oluşuyor ama bu Molveno gölünden itibaren olan bölüm sanki tamamen kalın enseliler için ayrılmış. Aradığınız fakirlere şu an ulaşılamıyor sdajfsd. Bu kısımda da manzaralar oldukça güzeldi. Eğim önce 1045’lere çıktı, sonra 260’lara indim ve tekrar tırmanmaya başladım. Dünkü ayı muhabbeti yüzünden yusuflar isyandaydı ve çadırda yatmama konusunda benimle uzun süre mücadele ettiler ve onlar kazandı. Bu akşam bir pansiyon falan bulup hem kırklanayım, hem de ayı korkusu olmadan uyuyayım diye düşünüp, yol üzerinde tabelasını gördüğüm bir otele doğru yardırdım.

Selam verdim, adam almanca cevapladı. Ne oluyor aq, diye düşündüm ama baktı bende almanca yok, italyanca yok, kendisinde de ingilizce yok, başladık yine babadan kalma yöntemlerle, yani tarzancayla anlaşma yoluna girişmeye. Aslında konuşma çok kısa sürdü çünkü dayı tipimi beğenmedi muhtemelen, boş odamız yok dedi. Vay arkadaş. Başka yer var mı dedim, bir yer tarif etti. İndiğim yokuşu tekrar tırmanarak anayola ulaştım ve tarif ettiği yeri buldum. Burada bisikleti dışarıda bıraktığım için berduş gibi görünmediğimden kabul edildim sdufas. Bisikleti garaja çektim, güzel bir duş, güzel bir pizza, güzel bir şarap ile burjuvalığıma burjuvalık kattım. Günde 5 yuro harcayarak turlayan tüm bisikletçilerin bana sövdüğünü duyabiliyorum dsafoısd Yanımda biri olsa ben de böyle olmazdım, öyle kenardan kenardan söveceğine azıcık empati kur, pis herif! sdauı

Turun bu dönemlerinde, tam olarak ne zaman başladığını bilmediğim bir “gece uykusuzluğu” durumu hortladı bende. Gece saat iki civarı uyanıp, gece beşe kadar tavan izliyorum, telefonla oynuyorum, sağa dönüyorum, sola kaçıyorum ama uyuyamıyorum. Çadır ya da otelde kalıyor olmam fark etmiyor. Her gece ikide bir şekilde uyanıp, en az iki saat boyunca uyuyamıyorum. Ve burada da bu ritüel gerçekleşti ve yaklaşık üç saat boyunca tavan izledim. Feysbuktan saçma videolar izledim. Satrançta telefona yenildim, sudokunun en zor versiyonunda nasıl çözeceğimi düşünürken uyuyakaldım.

Ertesi sabah kalkıp, açık büfe kahvaltımı gömdüm. Bu tarz pansiyonlarda falan kalmanın en güzel yanı açık büfe kahvaltısı. Bir bisikletçiyi doyuramazsınız çocuklar dsaıhfsd. Hem bisikletçi, hem Türkiyeli. Adam bisikletçi olması nedeniyle zaten doymuyor, bir de Türk olmanın vermiş olduğu “o parayı çıkarma” dürtüsü var sdfhsd. Dördüncü tabağı koyarken otel görevlileri tarafından yaka paça dışarı atıldım sdaıuf. Şaka lan. O kadar yemem ben. Yedim ama o kadar yemedim. Şu kadar yedim. Neyse. Kahvaltı sonrasında yola koyulup, yarıda kalan zirve tırmanışını bitirmek için tırmanmaya başladım. Çok bir mesafe kalmamıştı ama yine nereden baksan 7 kilometre boyunca tırmanıp, 1534 metredeki Passo Palade geçidine ulaştım. Zirveye ulaştığımda scooter motorlarla gezen amca ve teyzelerin yoğun takdirlerini kabul ettikten sonra, bir süre sonra fren sıkmaktan ellerimi hissettirmeyecek kadar uzun olan inişten Merano’ya doğru inerek rakımı tekrar 280 civarına kadar düşürdüm.

Merano’ya indiğimde, öncelikle tükenmiş olan yiyecek stoklarımı yenilemek için markete girdim. Markette ilginç olan şey, tüm yazıların genel olarak İtalyanca değil de Almanca olmasıydı. Her şeyi az çok öğrendiğim için yazılara takılmadan alacaklarımı aldım ve kasaya gittim. Arkamda elinde birkaç parça eşyayla bekleyen binbeşyüz yaşındaki teyzeye sıramı verdim. Teyze uzun uzun bir şeyler söyledi, anlattı ama konuştuğu dil İtalyanca değil gibi geldi. Teyze olması nedeniyle anlayamadığımı düşündüm, ne dese gülümseyerek karşılık verdim. Hoş İtalyanca olsa sanki anlayacağım aq dsafıu.

Bu da çok saçma bir psikoloji anasını satayım. Teyze anlatıyor da anlatıyor. İngilizce olarak “teyzeciğim seni anlamıyorum” desem, o da beni anlamayacak. Böyle durumlarda nasıl olsa çok uzatmazlar diye düşünüp, bir şey söylemeden sadece gülümseyerek geçiştirmeyi tercih ediyorum. Ya ya diyorum bi de sanki anlıyormuş gibi. Tam bir sinsi gibi oluyorum bazen. Neyse. Teyzeye de aynı şekilde gülümsedim, ki konuşup anlamadığımı söylemek de bir şey ifade etmeyecekti, ama teyze susmayı reddetti. Anlattıkça anlattı. Konuştukça konuştu. Gelini anlattı, hayırsız torunları anlattı, sıra verdiğim için mutlu oldu zamane gençliğinin bunları hiç yapmadığını anlattı dsuhf. Tabi ne anlattığını bilmiyorum ama ben kafamda bunları anlatmış olabileceğini düşünüp, teyzenin konuşmalarına kendi spontane çevirilerimi yaptım, altyazı koydum, okuyup okuyup gülümsedim. Neyse.

Sıra bana geldi, ben şöyle yürekten bir boncorno çekiyordum ki, kasadaki dayı beni Almanca karşıladı. Nooluyor aq, dedim. Neden herkes Almanca konuşuyor burada?! O sırada boncorno diyecek oldum diye bu sefer İtalyanca bildiğimi sanıp, İtalyanca devam etti konuşmaya ama benim için ikisi de aynı derecede bilinmezlik içeriyor. Bir sözelciye 5 bilinmeyenli denklem soramazsınız. Dayı dedim, NEREDEYİM BEN AQ?! djfldsjfsd Neyse, dayı dedim, anlatma bana bunları, ver fişi, al paranı. Sayıları da tam anlamadığım için genel olarak marketlerde tekniğim fişe ya da ekrana bakmak oluyor. Ona göre veriyorum parayı. Yoksa sabaha kadar anlatırlar bana kaç para olduğunu. Teşekkürler teknoloji.

Marketten çıktım, şarj için bir kafeye oturdum, burada da Almanca konuşuyorlar. Çoğilginç.

Almanlar istila etmiş memleketi. İtalyanlar kendi ülkelerinin kuzeyini ya Almanlara teslim etmişler ya da asimile olup kendilerini Alman sanmaya başlamışlar.

İtalyadaki nihai hedefim olan Stelvio yolunda devam etmeye başladım. Merano’dan sonra Stelvio geçidine tırmanana kadar olan her metre yokuştu artık. Rakımım 300 civarıydı ve 2760 metreye çıkana kadar sürekli çıkacaktım. Trentino bölgesinin, Almanca konuşulmasının dışındaki bir diğer özelliği de her yerde elma bahçeleri olması. Ama öyle böyle elmalar değil. Kocaman, kırmızı, yeşil, kütür kütür elmalar. Bir bisikletçiyi bunlarla sınamak çok doğru değil. Çalar çünkü. 4-5 tane elmayı gömdüm, kusura bakmasınlar.

Artık öğlen saatleri geçtiği için ve birazdan yağmur fena patlayacağı hissi verdiği için bir elma bahçesinin kenarında durdum ve yemek hazırlıklarına başladım. Aceleye getireceğim için konserve ve atıştırmalık şeylerle geçirme niyetindeydim. Yağmur beni şaşırtmadı ve ben durduğum ve yemeğe başladığım gibi yardırmaya başladı. Öyle böyle de yağmıyor ama, adeta hortumla yıkıyorlar beni dsahf. Bir yerden sonra mağlubiyeti kabul edersiniz ya, işte öyle ağzımdan yüzümden akan sularla, ıslanmış ekmeğimi hiçbir şey olmamış gibi ısırarak, yarısı suyla dolmuş konservemi yemeye devam ettim. Neticesinde oldukça streslenmiştim ama yapacak bir şey olmayışı da beni bir o kadar sakinleştiriyordu. Aşırı büyük bir çatışma yaşıyordum kendi içimde yani. Bir şekilde yemeği bitirip, toparlandım ve önümdeki bitmek üzere olan sert yokuşu bitirip, kısa bir inişe geçtim. İniş bittiğinde yerlerin kuru olduğunu görmek ise istemsizce “bu ne biçim hikaye böyle” şarkısını mırıldanmama neden olacaktı sdıufsda. 500 metre ötesi yağmurdan yıkılıyor lan?! Bu ne saçmalık sadfhuısd.

Stelvio tırmanışının fiziksel olarak başlayacağı yer olan Prato allo Stelvio kasabasına ulaştım. Hava kararmak üzereydi. Etrafta dolaştım, kamp yapacak yer aradım ama uygun bir yer yoktu. Bir de üstüne üstlük, her yerde “kamp yapmak yasaktır” tabelaları itici bir şekilde uyarıyordu beni. Kasabadaki kamp alanına gittim, tamamen doluyuz dedi. Keza orası da dünyanın parasıydı tabi, o ayrı konu. Kararmış havada Stelvio yokuşuna doğru tırmanıyordum çaresizce. Kasabanın en sonunda bir otel gördüm ve mecburen oraya yanaştım. Otelin önünde bekleyen kadına “kalacak yer var mı” diye sorduğumda, onun yüzünde de o alıştığım “nerden çıktı bu orospu çocuğu” bakışı kendini gösterdi. Bisikletçileri mi sevmiyorlar, yoksa bunların genel suratsızlığı mı bilmiyorum ama her seferinde bu bakışla karşılanmak iyice canımı sıkıyordu dsafhusd. Bu kadın da yine bilindik bir şekilde “bir gece kalacaksın di mi?” sorusunu sorduktan sonra, beklememi söyleyip gitti. Otelinize sıçayım aga.

Daha fazla can sıkmadan beni ve bisikletimi kabul ettiler. Bisikletimi güvenli bir yere koyduktan sonra ben de odaya yerleştim. O on dakika önce bana kilisesini yakmaya gelmiş bir vikingmişim gibi davranan kadın, parayı aldıktan sonra bir anne şefkatine büründü. Öylesine kibar ve öylesine yardımsever oldu. Ve evet, burada da Almanca konuşuyorlardı.

Odama yerleştim, sabahtan almış olduğum şarabımı açtım. İçimde yarın çıkacağım zirvenin heyecanıyla erkenden yattım. Ve evet, gece yine uyandım ve iki saat satrançta telefona yenilip, sudokunun zor bölümlerinde ekrana bakıp uyumaya çalıştım.

İlk yorum yapan sen ol!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir