Kamp yaptığım yerden Bologna’ya pek bir mesafe yoktu. Zaten ovada olmamın avantajıyla, dümdüz yollarla çok erken bir saatte Bologna’ya ulaştım.
Şehir merkezini falan şöyle bir dolaştıktan sonra, içimde dünden kalan pizza hasretini bugün, burada bitirmeye karar verdim. Etrafta şöyle dolaşıp, pizza, şarap, üzerine de kahve olan bir kombinasyonu uygun fiyatla veren bir yer bulunca oturdum. Pizza menüsünden istediğimi söyledim, gülümsedi hatuncağız.
Sevdi herhalde beni diye düşündüm. On dakika sonra pizzam gelmişti. Fakir pizzası. Sadece margarita ve domates var içinde ve gerçekten çok güzel. Fakin ciyzıs. Bu kadar sade ve bu kadar güzel olmasını beklemiyordum açıkçası. Çatal bıçak falan da getirdiler tabi ama pizza dediğin elde yenir. Biz köylüler öyle yiyoruz en azından. Dilimledim ve elde gömmeye başladım pizzayı. Restoran çalışanları olan hanımlar arada bakıp gülmeye devam ediyordu bu arada. Üzerine yoldan geçen bir hatun bana yan gözle bakıp “ow may gad” tarzında bir şey söyledi. Tribe girdim. Acaba dedim, elle yediğime mi takıldı bu insanlar? Elbetteki bunu sallayacak değilim. Elde yemeye devam ettim. Sonradan öğrendim ki, bu cahiller pizzayı öğle yemeği olarak görüyor ve benim yediğim saat çok erken olduğu için böyle tribe giriyorlarmış. Lan dürrükler, sizin kıçınızda pirelere uçuş talimi verdiğiniz saatlerde ben yolda oluyorum. Siz benim neler çektiğimi, nerden bileceksiniz? İnsanların gülümsemelerini sallayacak değilim. Tabi biraz salladım. Zira tribe girebilen bir insanım. Girdim biraz. Sonra sallamamayı tercih ettim. Biraz salladım. Neden gülüyorlar bunlar aq, dedim. Sonra vazgeçtim. Açtım ve pizza çok güzeldi.
Sonra keyifli bir şekilde şarabımı da yudumladım. Ona kimse gülmedi çünkü bu adamlar sabahın ilk saatlerinde şarap, şampanya ve ona benzer bir şeyler içiyorlar. Ben fakir gibi kahve isterken adamlar ne olduğunu anlamadığım, beyaz renkli içkilerini yudumluyorlar. Birden ayağa kalkıp bağırdım, ey italyanlar, siz mi büyüksünüz, ben mi?! dedim. Herkes bana baktı. Yerime oturdum ve monolog halinde, ben büyüğüm dedim, herkesin şaşkın bakışları arasında.
Onlar ne düşünürse düşünsün, ben pizzamı yedim günler sonra. İçimde derin bir mutluluk vardı. Gerisi çok da önemli değildi. Toktum ve tokken mutlu olurum. Biz kahvaltıda ekmek arası pilav yiyen bir ülkeden geliyoruz neticede.
Ağzımdaki şarabın mayhoş tadıyla, artık başlayacak olan yokuşlara doğru sürmeye başladım. Po ovası düz falan ama bir süre sonra aşırı sıkıyor. İnsan yok etrafta. Doğru düzgün açık mekan yok. Su bulmak neredeyse imkansız. Kendini dağlara vurduğun zaman, her köyde bir çeşme karşılıyor seni. Bu hislerle başladım yokuşa ama Garmin de düz yolda geçen günlerin acısını çıkartmak istercesine baya yokuşlu bir yol profili çıkarttı sağolsun. Yokuş değil, resmen duvarlara tırmanıyorum. Şikayet etmeyecektim hesapta ama yokuşların limiti biraz fazla gelince biraz sövdüm tabi. İnsanoğlu işte. Hiçbir şeyden memnun olamıyor.
Önümüzdeki gün için Firenze yakınlarındaki Carraia’da bir warmshowers evi bulmuştum ama nasıl becerdiysem, günleri karıştırıp, iki gün sonra orada olacağım demişim. Yola çıktıktan sonra fark ettim tabi bunu. Bir daha düzeltme mesajı da atmadım, sallana sallana, yolda eğlene eğlene ilerledim. İtalya’da barlarda şarap, biradan daha ucuz, marketlerde ise bedavaya yakın. 2 euroya bir şaraplar alıyorsun, Türkiye’de o şarabı 50 liraya içemezsin. Oldukça adaletsiz. Tamam, adamlar şarap ülkesi falan ama bizim yerli şaraplarımızın fiyatını da biliyoruz.
Tekrar dağlık arazilere başladığım için, doğa da beni tüm güzelliğiyle karşılamıştı. Akarsular, ormanlık yollarda günün tadını çıkararak ilerliyordum. Yol kenarında bulduğum bir dere kenarında hem ayakları serinlettim, hem de ucuz şarabın keyfini yaptım. Hayat dağlarda güzel bre! Yol kenarındaki ormanlık bir alanda kampımı da yaparak, yanlış verdiğim günü böylece eritmiş oldum.
Ertesi gün, hedefim olan Carriaia’ya pek bir mesafem kalmamıştı. Yine eğlenerek yola devam ettim. Yol üzerinde gördüğüm bir restoranda yemek molası verdim. Restoranın duvarları eski bisikletçilerin fotoğrafları ve imzalı fotoğraflarıyla doluydu. Eski efsane yarışçılardan Eddy Merckx’in imzalı formaları ve mekanda çekilmiş fotoğraflarını görmek keyifli oldu. Restoran sahibinin babası, büyük bir bisiklet fanıymış. Zaten İtalya’da bu sporu takip etmeyen pek insan da yok. Eddy Merckx, İtalya’da koşulan yarışlarda yakın etaplardan sonra mutlaka oraya gelirmiş. O imzalı pembe formanın (İtalya turu Giro’nun lideri pembe forma giyer. Yarışı düzenleyen La Gazetta dello sport gazetesinin safyalarının rengi pembe olduğu için, lider de aynı renk forma giyer. Fight for pink!) değeri şu an paha biçilemez. Abiyle güzel muhabbet ettikten, makarnayı ve biraları gömdükten sonra yol üzerindeki dondurmacıya uğradım.
Dondurmayı emerken, dondurmacı abiyle de muhabbete girdik. Bisikletten başladık, siyasete kadar yürüdük. Adam Türkiye’den olduğumu öğrenince “Erdoğan?” dedi, yüzünü ekşiterek. Valla dayı, kendisinden pek haz etmem, deyince yüzü rahatladı adamın. “Erdoğan, Mussolini, Hitler; bunların hepsi aynı kafalar” dedi. Haksız sayılmaz.
Dondurmacıdan çıktım, gideceğim evin hemen yakınındaki ufak gölette durdum. Dünden kalan yarım şarabı yuvarlarken iki eleman geldi. İnsanlar denizsiz kalınca ne yapacağını şaşırıyor. O bele kadar gelen, iki metrelik genişliği olan suda göllendi adamlar. Atıyor kendini suya, tek kulaç atmadan öbür tarafta. Sonra geri dönüp, öbür tarafa atlıyor. İki yüz kilometre ötede insanlar adriyatiğin tadını çıkarıyor ağalar, bu ne fakirlik böyle ya?!
Neyse, abiler çıktılar dereden, yanıma geldiler iki muhabbetin belini kıralım diye. Onlar da bisikletle kısa turlar yapıyorlarmış. Türkiye’ye de gelin yahu dedim, gelirseniz bir mesaj atarsınız, ev boş, banyo büyük. En azından bu dereden daha büyük bir küvetim var yani sdadsh Ben Türkiye’ye gelin deyince, yüzünü ekşitti eleman, şöyle döndü bir baktı bana, yüzünde “gelmeyi çok isterim ama” ifadesiyle “Erdoğan…” dedi. Vay arkadaş, sözleştiniz mi siz? Ben ne güzel ülkeden uzağım, stresten uzağım diye seviniyorum, bir günde ikinci gol. Korkma, ısırmaz, dedim, sen gel, orada yaşamadığın sürece güzeldir bizim memleket.
O elemanlarla da ayrıldıktan sonra, evinde kalacağım abinin işten dönüş saati geldiği için adresine doğru sürmeye başladım. Bulunduğum bölge zaten ormanlık falan ama abinin evi, ormanın iyice içlerinde muazzam bir taş ev. İtalya’da zaten çok taş ev var. Bunun sebebinin tamamen tembellik olduğuna kanaat getirdim. Dışı sıvanmış evlere baktığımda, genelinin boylarının dökük ve bakımsız olduğunu gördüm. Taş evlerin böyle bir derdi olmadığı için, zamanında imkanı olan herkes taş ev yaptırıp bakım derdinden yırtmış. Bakım gerektirse o evler de harabeye dönerdi. Adamlar feci tembel aga.
Neyse. Ben evin önüne geldiğimde, evin sahibi olan abi de geldi. Simone ile ayak üstü tanıştıktan sonra, bisikleti bir patikadan evin önüne çıkarttık. Muhteşem bir ev, muhteşem bir bahçe. Hayalinde bir yer yaratsan, çizeceğin şey o eve benzer muhtemelen. Bir warmshowers evinde kaldığında klasik bir konuşma süreci vardır. Nereden geliyorsun, kaç gündür yoldasın, nereye gideceksin, kaç gün daha sürecek? Şaşırıp tebrik ettikten ve bu ritüel konuşmaları aştıktan sonra sıra duş ve yemek faslına geliyor. Simone ve eşi de çok tatlı insanlardı. Biraları yudumlarken, havadan sudan ve kaçınılmaz son olarak Erdoğan’dan muhabbet ettik. Konu bir şekilde ona geliyor. Ben ülkeden kaçmışım uzakta durmak için, burada burnuma burnuma soktular da, kokudan duramadım.
Yatma kısmını da bahçedeki trambolinin üzerinde gerçekleştirdim. Uyku tulumuna girip, kendimi yıldızların altında uyumaya bıraktım. Bazı zamanlar soğuk hissetsem de, genel olarak trambolinde uyuma deneyimini de yaşamış oldum.
Ertesi sabah kahvaltımızı yaptık ve Simone’dan Floransa’ya mutlaka uğramam gerektiği direktiflerini aldım. Hatta akşamdan muhabbeti geçmişti de, istersen arabayı vereyim gez gel demişti. Yok artık Simone James. Bilgisayardan gezilebilecek yerleri falan da gösterdi. Saçma bir şekilde, haritadan baktığımda Floransa diye bir yer göremiyordum. Floransa ile benim haritadaki Firenze aynı yermiş. Cahillik diz boyu. Diğer cahiller de bilsin diye yazıyorum jjdsa
Floransa da evden 25 kilometre uzaklıktaydı ve sabah hızlı bir şekilde oraya ulaştım. Şehir güzel, uzun uzun yürüyüp dolaşmak lazım ama bisikletle zor. Hele ki, etrafta bu kadar çok uzak doğulu turist varken, imkansız. Bence şehir merkezlerini içeren tur yapacaklar mutlaka kış aylarını seçmeliler. Uzak doğulular sardığı zaman olmuyor. Fotoğraf çekeceksin, her yerdeler. Bir de onların kendilerine has bir siklemez tavırları var. Fotoğrafı çekerken önünden geçiyor, duruyor öyle. Seni de görüyor ama umurunda değil abinin. Zor. Bir daha İtalya’ya gideceksem kışın giderim ya da uzak doğuluların daha az tercih ettiği Cinque Terre, Massa ve Garda gölü civarına giderim. Kalabalıklar boğucu.
Buradan sonra hedefim Livorno’ydu. Livorno’da görülebilecek bir şey yok aslında ama bizimkisi biraz manyaklık. Livorno İtalyanın devrimci ve sosyalist taraftarlara sahip bir kulübü. Liman kenti olduğundan işçiler yoğunlukta ve sosyalisti bol bir şehir. Oraya gidip bir Livorno atkısı ya da forması almak hedefindeydim. Kapitalist Garmin yine önüme engeller koyup, dümdüz yolda nereden buluyorsa %19’luk eğimli yolları karşıma çıkarıyordu ama bizde de devrimci inadı var kardeşim.
Bir şekilde şehre ulaştım, navigasyondan stadın yerini işaretledim. Stada doğru giderken ortada kocaman bir göbek var. Navigasyon burada öyle saçma bir tarif yapıyordu ki, yolu bir türlü tutturamıyordum. Hatta bir keresinde, Livorno’dan çıkış istikametine yani geldiğim yöne dönmüşüm de haberim yok. Gerçekten o kadar saçma bir yoldu ki, üçüncü denememde doğru çıkışı bulabildim sdjf. Rezillik. Doğru çıkışı bulduktan bir süre sonra, sol tarafta stadın ışıklarını görüp o tarafa saptım. Acayip heyecanlı ve keyifliydim. Stadın çevresinde dolaşırken açık bir kapı görünce içeri daldım. Orada yaşlı dayıların oturduğu bir bar vardı. O bölümden çok rahat bir şekilde tribünlere falan çıkabiliyordun. Sahanın içine giriş yok ama tribünlerde falan istediğin gibi takıl. Hayat sana güzel. Niyetim forma ya da atkı almak olduğu için stadın etrafında dolaşmaya devam ettim. Duvarlar anti-faşist sloganlarla doluydu. Protokol girişine kadar geldim ama etrafta bir mağaza falan görünmüyordu. HOAAYDAAAA! Oradan girdim, buradan baktım yok oğlu yok. Bunca yolu, bir hiç için gelmiştim. Elim boş, götüm yaş bir halde, mecburen dönüş yoluna girdim. Büyük hayal kırıklığı.
Dönüş yolunda da beni kafama kafama esen rüzgar karşıladı. Hoş geldin, bir sen eksiktin. Yani öyle pis esiyor ki, isyan edip bisikleti bırakıp, ilk uçakla eve dönesin gelir. Düz yolda 10’la falan gidiyorum. Baktım, olacak gibi değil, yol kenarındaki bir barda durdum. Gündüz vakti malum, içeride bir kop kop müzik var, aklın durur. Son sesi dayamış abi, kendi kendine eğleniyor içeride. Bira isterken, sesimi duyuracağım diye sesim kısılacaktı. İki birayı yuvarladıktan sonra, kasları ve sinirleri yumuşatmış, rüzgarı daha az sallar bir şekilde yola tekrar başladım. İçmeseydim gezemezdim.
Ben yola başladıktan bir süre sonra yağmur da başlar gibi oldu. Çok yağmıyor diye durup montu çıkartmadım. Biraz daha devam edince baktım olacak gibi değil, montu giydim ve yağmur durdu. Bir süre sonra terleyip montu çıkarttım ve yağmur tekrar başladı. Tekrar durup montu giydim ve çok kısa bir süre sonra yine durdu. Sıcaklayıp tekrar çıkarttım ve tekrar başladı. Yağmur benimle ağır taşak geçiyordu. Tekrar giydim ve bundan sonra yağmurun yağıp yağmadığını ya da terleyip terlemediğimi düşünmedim. Montla sürdüm. İtalya’ya girdiğimden beri yağmurun benimle sürekli böyle eğleniyor olması dikkatimden kaçmıyordu tabi.
Bir süre sonra Pisa’ya ulaştım. Şehrin içinden, kulenin olduğu meydana çıktığım anda istemsizce sesli bir kahkaha attım. Yüzlerce insan kuleyle şakalı fotoğraf çektirmeye çalışıyor. Uzak doğulular kule tutuyor. Britanyalılar kuleyi sırtlamış. Dünyanın tüm halkları kuleyi düzeltmeye çalışan saçma pozlar veriyor. Bir Türkiyeli olarak gidip kuleyi yıkasım geldi. Ama işin özü, kule gerçekten çok güzel. Beğendim. Biraz yamuk ama olsun.
Pisa’da yemek yenilebilecek, alkol yudumlanabilecek yerler baktım ama her yer çok dolu ve kalabalık olduğu için içime sinmedi. Bir park, ufak bir yeşillik ve karşısında açık olan Hindistan ya da Pakistan kökenli abinin marketi. En sevdiğim kombinasyon. Marketten biramı alıp çimlere uzandım ve anın tadını çıkarttım.
Bundan sonraki hedefim Massa’ydı ve orada da bir warmshowers evi ayarlamıştım. En sevdiğim şey.