Sonra işte (bayılıyorum yazıya böyle girmeye) erkenden yatıp, erkenden kalktım ve havanın hala yağmurlu olduğunu gördüm ama durmak istemedim. Hava fazla soğuktu ama benim de iman dolu göğsüm gibi inadım vardı ve tamam, otel pahalıydı olm ya xnsjak
Hazırlandım, sabah kahvemi içtim ve Sarayevo’ya giderken geçtiğim yollardan yine geçtiğimi fark edip, Garmin’e bir tatlı küfür daha ettim.
Yolun bundan sonrasında Zenica tarafına devam edecektim ama kafamın normal olmaması, soğuk hava, o bilindik Cem tembelliği falan derken Travnik tarafına devam etmeye karar verdim. Travnik’te de tarlaların arasında, uzaylılar tarafından yapılmış hissi veren, üzerinde işaretler bulunan taşlar vardı. Alakasız bir şekilde tarlaların arasında durdukları için dikenler içinde kalmıştı. Bu anıtların ne anlama geldiğini de arkeoloji ve Yugoslav anıtlar uzmanı sayın Özkan Tınmaz açıklayacaktır.
Travnik’ten sonra kamp yapacak yer bulmaya çalıştım ama pek uygun yer yoktu. Terk edilmiş ve dikenler tarafından yutulmak üzere olan bir evin bahçesine hallendim ama içime sinmedi. Haritaya baktım, bir sonraki yerleşime baktım, mesafeye baktım, yüksekliğe baktım, saate baktım. Hepsini derleyip toparladığımda karşıma bir kol böreği çıktı. 8 kilometrelik bir yokuş, 700 civarı irtifa ve havanın kararmasına iki saat. Zaten saatte 4-5 km ancak giderim o yokuşta. Yine bana esmer günler görünmüştü yani. İçler dışlar çarpımı sonucu kendime gazı verip yokuşa başladım.
Yokuşun allahı yoktu. Telefondan yazdığım için detaylara bakamıyorum ama sanırım 1100 metre rakıma kadar çıkmıştım. Hava zaten soğuk, yukarısı göt kesiyor. Rüzgar beni neredeyse geri götürecek. Eğer hava iyi olsaydı orada kamp yapmak isterdim. Ova kısmını geçtim ve inişe geçtim ama öyle bir soğuk ki, gidemiyorum. Çantalarda giyilebilecek ne varsa giydim üzerime cjska. Canlı bomba diye tutuklasalar itiraz edemem, öylesine kabarık, bildiğin Michelin lastikleri oyuncağı dhaksj Bir şekilde Bugojno’ya vardım ama sanki bir yere varmamış hissine de kapıldım. Müslüman kasabaları bi garip a dostlar. Savaşın getirisi herhalde, fazla asosyallik hakim. Sırp bölgesinde oda, hostel falan bulmak kolay. Burada yalnızca otel ve hotel var. Yani çok para, yani kol böreği.
Hava kararmaya göz kırpmış ve ben elde telefon beleş wireless arama derdinde, biraz zaman yedikten sonra birilerine sorayım bari dedim. Bazen çok zeki oluyorum. Bir bara yanaştım, içeriden arabeskvari bir müzik geliyor ama son sesten biraz daha yüksek sesle çalıyor. Elemana derdimi anlatırken sesim kısalacaktı. O da anlamadı pek gerçi ama bir yerlere yolladı beni ve tabi ki yolladığı yerde otel falan yoktu. Yine koyverdim gönlümün işine şarkısını söyleyerekten, kafama göre ilerledim ertesi gün gideceğim yöne doğru. Yolda otel denk geldi, daldım içeri. 17 Euro, kahvaltı dahil dedi, tamam ulan seni mi kıracağız dedim.
Bu tipler hesapta Türkleri seviyorlar ama bu zamana kadar bana Türk olduğum için özel bir ilgi gösteren olmadı. En fazla kardeş, arkadaş. Eyvallah, anladık onu da insan bi indirim yapar aq. Djsjav Arkadaş dediğin azıcık kıyak yapar.
Velhasıl yattım, dinlendim, erkenden kalktım. Dahil olan kahvaltımı mideye indirmek için aşağı indim. Omlet net zaten. Başka bir şey yok. Bal tereyağı minik kaplarda, ona da tamam. İçecek ister misin dediler, varsa bi siyah çayını içerim aslanım dedim. Boş baktı yüzüme. Crna, black, kara, siyah, kaç dilde biliyorsam söyledim, okey dedi yine sidik rengi çayı koydu önüme tip. Neyse dedim, kardeş, arkadaş, idare edeyim.
Kahvaltı bitti, çantaları bisiklete yerleştirdim, çıkarttım 35 KM, yok 36 diyor. Lan 35 demişti, diyorum, çay kahvaltıya dahil değil diyor. Vay babanızın kemiğine. Arkadaş. Yavşak arkadaş.
Teknik olarak söylensem de bir şey ifade etmiyor çünkü anlamıyorlar. Verdim 1KM daha sidik çaylarına.
Sonra tekrar çıktım yola. Bir hedef yoktu, öylesine sürüyordum. Jajce’ye gelince şelale olduğunu görünce saptım o tarafa. Baya güzeldi, şelale yanına kadar da iniliyordu ama bisikleti bırakma derdi olduğu için inmedim. Etraf turist kaynıyor. Bisikleti kilitlesen çantalar var. Birini alsalar mokoko. Öğlen yemeği için bir yer bulma gayretiyle gördüğüm bir ara yola girdim. Abiler çok iyi park yapmışlar. Havuz gibi de nehir. Çöreklendim hemen mekana. Oturdum, pilav yaptım. Daha doğrusu yapmaya çalıştım ama olmadı. Olsun. Sonra bi de konserve gulaş almıştım, onu da ısıttım, misler gibi yedim. Manzara da efsane. Bira da var. Keyifler gıcır, huzur tavan derken bir eleman geldi. İngilizce yok. Selam verdi oturdu. Eyvallah. Para istiyor. Neden diyorum, yemek yiyeceğim diyor, e bana ne diyorum, sanki söylediğim çok ayıp bir şey gibi bi tafralara falan giriyor fjsja Tipi de ofsayt falan değil, normal eli yüzü düzgün bir herif. Bi de 20KM istiyor, ki 10 Euro ediyor. Ulan piç, ben burada kendim 20KM’lik yemek yemiyorum fjsskha Gitmiyor da herif. 8 KM bozukluk vardı, verdim yolladım. Bira keyfimin içine etti namussuz.
O gitti, çadırı kurdum, tatlı tatlı takılıyorum. Bu sefer de üst taraftaki tesisvari yerin güvenlikleri geçip duruyor, bakıyorlar uzun uzun. La olm, bir huzur vardı ettiniz içine Adamlar bir problem yaratmadı ama ben ister istemez gerildim biraz. Tüm bunlara rağmen de deliksiz bir uyku çektim tabi.
Tam yokuş öncesi durduğum için, sabah kalkınca yolda bana hoş geldin diyen devasa yokuşların kollarında buldum kendimi. Baya bir çıkıştan sonra, duvardan iniyor gibi bir yokuş gösteriyordu Garmin. O inişin hevesiyle tırmandım durdum. Bu arada da tanıştığım asker abilerin dışında Bosna’da kimseyle gerçekten bir iletişim kuramamış olmanın gerçekliğini düşünüyor ve Karadağ’ı özlüyordum.
Velhasıl tırmanış olarak görünen bölüm bitti ve navigasyon beni toprak bir yola soktu. Toprak dediğime de bakma sen, taşlı kayalı, pislik bir yol. Lanet bir yol. Duvar gibi iniş olarak görünen yol. Ayıp ettin lan yol.
Öyle yardırıp ineceğim hevesiyle tırmandım ama tırmanırken çıktığımdan daha yavaş iniyordum. Haritada ileride bir köy görünüyordu. Durup bir bira molası veririm falan diye düşündüm ama köye vardığımda üç tane oturup birbirini izleyen yaşlı insandan başka bir şey görmedim. Ellerim fren sıkmaktan artık morarma seviyesine geldiğinde yokuş bitti ve nehir kenarında güzel bir toprak yolda devam ettim.
Beyler, acı gerçekleri de söylemek lazım. Buralarda taharet musluğu yok. Islak mendil falan da bir yere kadar. Hazır kimselerin olmadığı bu nehir kenarındayken şu günlerdir su görmemiş mabadı da bir halledeyim dedim, suya çöreklendiğim gibi iki çocuk geldi. Lan dağın başındayız namussuzlar. Bi taharet ettirmediniz! Toparlandım huzursuzca ve söverek.
Hedefim Sanski Most şehriydi ve az sonra toprak yol bitip, sağdan kısa bir sürede oraya varacaktım. Toprak yol bitip sağa döndüğümde, normalde yol olması gereken yerde bir dağ vardı. Kayalar vardı. Kan vardı. Gözyaşı vardı. Dağ çökmüştü ve tüm yol kapalıydı. Üzerinden taşıma usulü bir geçiş yapar mıyım diye baktım ama imkansız. En az 40 metreye yayılmış boyum kadar kayalar. Vammisina!
Haritaya baktım, kısmetimde fazladan 35 km görünüyordu. Neyse ki yol asfalt olmuştu. Bugün Sanski Most’a ulaşmak mümkün olmayacaktı. Yol üzerinde bir barda şarj molası verdim. Telefona elektrik, bana bira. Hesap kitap yapıp, ileride nehir kenarında bir kamp yeri seçtim kendime. Böyle farazi seçimlerin en tirrik yani, oranın asla hayal ettiğin gibi bir yer çıkmaması oluyor fjssn
Gittiğim yer çok güzel de, hafriyat var, her taraf çakıllı toprak, çadır kurmak için düzgün yer yok. Bir şekilde çadırı kurdum, yemeği yaptım, biramı yudumlayıp, istemeden rahatlarını bozduğum ördek ailesinin kaçışlarına güldüm.
Sabah olduğunda iki problem vardı. Otluk bir yerde kamp yapıyorsan sümüklü böcek saldırısı yiyorsun. Ne bok varsa çadıra tırmanıp sıçıyorlar. Gece boyunca çekiçle vurup durdum ibnelere ama sabah yine her yerde sümük ve bok vardı. İkincisi eğer bir yerde hafriyat varsa, kamyon ve dozer de çok uzakta değildir fjska. Onlar da geldiler. Çiçek gibi sabah.
Toparlandım, Sanski Most’a ulaştım. Burası diğer Müslüman yerlerine göre daha büyük ve güzeldi. Buraya geliş amacım da bir Yugoslav anıtıydı. Bir mekana oturdum, internet amaçlı hain bir plandı bu oturma djsj Bir kahve ve internet şifresi alıp anıtın yerini çözmeye çalışacaktım ama buralarda bazen oluyor böyle; internet varmış gibi ama yok. Öyle dene, böyle ittir, kaktır, çalışmadı. Başka bir kafeye geçtim, mekana baktım bulamadım, elemana sordum, hiç görmedim diyor fjsja. Kalktım, yüreğimin sesine uyup ilerledim, turizm ofisine sordum, İngilizce olmadan anlayabildiğim kadarını dinleyip, anladığım yere kadar gittim. Orada bir daha sordum. Kimsenin haberi yok arkadaş. Bir şekilde buldum, kızıl yıldıza selamı verip, Kozara’ya doğru yola çıktım.
Sanski Most’tan çıkıp, Müslüman bir köyden geçerken kahve önü (tabi orada bar önü oluyor) abilerine selam çektim, onlar da selam çekti. Durdum, tek kelime olmadan baya muhabbet ettik. Abiler bira ısmarladı, bakkaldan zorla alışveriş yaptırdı fjska abi her şeyim var diyorum, al sen al, yapıyor fjska Su falan aldım, gofret falan tıkıştırıyor poşete fjsak Lan abiler, yarın Bosna’dan ayrılıyorum, sonunda birileyle sohbet edip, yakınlık kurabildim. Sohbet, muhabbet, herkes işine, ben de yoluma devam ettim. İyi geldi, yüzüm güldü.
Kozara’da da baya büyük bir anıt vardı. Orası da baya tepelerde görünüyordu ve günün sonu yine tırmanışla bitecekti fjsja. Toplamda 12 kilometrelik müthiş bir asfalt yoldan, döne döne durmadan çıktım. Suyu da boldu, havası da güzeldi.
Zirveye vardığımda anıttan daha mühim olan bir şey vardı benim için o da soğuk bir bira fjaja. Barın yanına, bir masada dört kişi oturmuş şaşkın gözlerle bana ve bisiklete bakıyorlar. Selam verdim, davet ettiler masaya. Giriş seviyesi İngilizcelerimizle baya uzun uzun sohbet ettik, birayı da onlar ısmarladı sağolsunlar. Bosna tüm iyi insanlarını son güne saklamıştı. Abiler Kozara Ulusal Parkı’nda çalışıyor, biri güvenlik, biri bahçıvan, biri otelde çalışıyor falan. Normalde 50KM olan oteli de 25KM fiyata ayarlayayım sana dedi, bu saatte inme dedi. Kahvaltı da dahil dedi ve sonrası uzun ve ateşli bir öpüşme fjskssjfk Mantıklı geldi tabi. O otele gitti fiyatı konuşmaya, ben anıta gittim.
Anıt bu sefer baya güzeldi. Devasa büyüklükte ve devasa bir alanı kaplıyordu. Çevresindeki beton sütunlar bir insan boyundan yüksekti. Feci heybetliydi her şeyiyle.
Arka tarafında da savaşta ölenlerin isimlerinin yazdığı bir bölüm vardı. O kadar çok isim var ki, ister istemez Çanakkale savaşında ölen insanlar geldi aklıma.
Dramatik ve tüyleri diken diken eden hislerle tekrar bara gittim, bisikleti aldım ve otele geçtim. Abiler de beni orada bekliyordu. Bisikleti de içeri aldılar sağolsunlar 🙂 Konuştuğum abinin üzerinde anıt ve parkın tişörtü vardı, nereden satın alabileceğimi sormuştum ama maalesef satılmıyormuş. Onun yerine bana otelin tişörtünü ayarlamış, odanın anahtarını verirken onu da hediye ettiler.
Ertesi gün için dağdan inen kısa bir yol olduğunu, oradan inersem yolun 45km kısalacağını söylediler. Yolun tarifini alıp, üç yıldızlı otelde paşa keyfini yaparak uyudum.
Yok lan ne paşa keyfi, kirli eşya yıkadım fjdsjsj
Bir dahaki yazıda Bosna’dan çıkıp, Hırvatistan’a gidiyorum. Şimdilik Hadi görüşürüz!