Efendim selamlar!
Tjentişte’nin muhteşemliğinden sonra, tekrar vurdum kendimi yollara. Yolun profiline baktığımda, genel olarak iniş gösteriyordu, ki baktığımda yol gerçekten iniş gibi görünüyordu. Aklımda kendimi yokuştan salan Cem hayalleri vardı. Bütün rahatlığımı bunun üzerine kurmuştum ama bisikleti ne kadar salarsam salayım gitmiyordu. Bu zamana kadar hiç varlığını hissettirmeyen benim gizli düşmanım “kafa rüzgarı” da gelmiş, pis pis sırıtarak “şimdi sktim!” diyordu fsjkaf. Arka lastiğin havası biraz inikti, onu şişireyim belki o yüzden böyle yavaş gidiyordur dedim ve bir kenarda durdum. Bisikleti tam kenardaki yol işaretçisine dayayacaktım ki adımımı attığım yerde bir yılan gördüm. Ölmüş mü, yaşıyor mu falan derken yerdeki taşı üstüne doğru tepiklememle, tepki vermesi ve benim anannsskkk efektiyle uçuşa geçmem bir oldu. Aklımı aldı piç.
Lastiği de bir milyon kez çevre kontrolü yaptıktan sonra şişirdim sonra ama bisiklet hala gitmemekte ısrarcıydı. Çevre kontrolü sırasında biraz abartmış olabilirim belki ama normal. Daha önce karıncalar tarafından yeniliyordum, biliyorsunuz, örümcek tacizinin haddi hesabı yok, donumdan böcek çıkması (kokudan ölmüş sdakjfads) falan derken yılan tıslaması bardağı taşıran son damlaydı tabi. Artık her adımımı atarken oturacağım yere iyice bakıyorum. Tabi ne kadar bakarsam bakayım en kötü ihtimalle bir karınca beni yine ısırıp yuvasına götürmeye halleniyor. Adamın ağırlığının on katından daha fazla olduğum için şanslıydım.
Neyse. Sardık yine geyiğe. Olsun, beni böyle de seversin sen.
Bisiklet gitmiyordu ve Garmin’in bana yokuş aşağı gideceksin, efil efil takılacaksın, aslanlar gibi tek pedal basmadan günü yiyeceksin, dediği bölümler geçip gidiyordu. Garmin’le bu konuda anlaşamıyoruz. Bazen yükseklik haritasına bakıyorum, ALLAHSIZCA İNİŞ görüyorum ama bi o kadar saçma bir çıkışın ortasındayım. Lan! Adamın bazen benimle kafa bulduğunu düşünüyorum.
İniş olarak görünen bölümleri sürekli pedal çevirerek bitirdim ve çıkış olarak görünen bölümlere geldim. Çıkışlarda Garmin genelde yanlış yapmıyor. Var diyorsa var. Onun derdi inişlerle. Beni trollemeyi seviyor. Gerçekten it gibi çıkıyordu yol. %9’luk tabelalar eşliğinde, ağaçsız bir bölümde baya bir tırmandım.
Bir süre sonra tekrar inişe geçtim ama yine pedal çevirmek zorunda kalıyorum kafadan gelen rüzgar yüzünden. Güzel manzaralar vardı. İnsanlar arabaları çekmişler göl kıyısına, gölleniyorlar, bira içiyorlar, takılıyorlar. Lan olm, kimsenin işi gücü yok mu buralarda?! Göl manzaraları eşliğinde Gacko diye bir yere geldim. Gacko’ya girerken yol kenarlarındaki duvarlar yazılarla doluydu ve hep Sırp alfabesiyle yazılmış. Sakallı bıyıklı bir dayının fotoğrafları resmedilmiş falan. Duvar yazıları eşliğinde şehir merkezine geldim ve duvarında yemek fotoğrafı gördüğüm ilk yere girdim.
Mekan bildiğin köy kahvesi kıvamında. Önü dayılarla dolu ve hepsinin gözlerinde “kim bu tipini siktiğim” ifadesi var. Selamlar vererek içeri girdim, garson kız geldi. Hrana (yemek) diyorum, bakıyor yüzüme boş boş. Yemek, hrana, food artık bildiğim tüm dillerde yemek istediğimi anlatmaya çalışıyorum ve bunu yaparken de elimi ağzıma götürüyorum sanki bir şey yer gibi. Hala yüzüme bakıyor hatun. Gitti, başka bir hatunu çağırdı, ona da aynı şeyleri yaptım ve sonunda yemek istediğim konusunda anlaştık ama bu sefer mevzu ne yiyeceğime geldi.
Onlarda tek kelime İngilizce yok, bende birkaç kelime Sırpça var ama onu da anlamıyorlar sdaljfasd. Bir şeyler söylüyorlar, anlamıyorum. Menü sordum, verdiler, hepsi Sırp alfabesinde. Vay babanın kemiğine, anlamıyorum bunu diyorum, bakıyorlar yüzüme. sajfsd. En sonunda bir şeyler saymaya başladılar, aradan “barbekü” lafını duydum, dur, dedim, tamam barbekü okey. Ben anlaştığımızı düşünüyorum ama onlar hala kararsız ve çaresizce birbirlerine bakıyorlar. Tamam ulan işte barbekü okey diyorum. Hala bir şeyler söylüyorlar, çok biliyormuş gibi İngilizce’ye benzer bir şeyler söylüyorlar. Beş dakika yemek yemek istediğimi anlatmaya çalıştım, bir beş dakika da barbekü konusunda teyit etmeye çalıştım sdalkfasdsda.
Neyse, sonunda anlaştık ve masaya oturdum, Pivo (bira) dedim, onu anladı dslkfsd. Biram geldi, ben biramı yudumlarken, bir yandan da yandaki masaya bakıyorum çünkü adamlar olabildiğince yüksek sesle, bağırarak konuşuyorlar. Lan sadlkjfsad. Ne saykodelik bir mekan burası. Arada kalkıyorlar çak bir beşlik falan yapıp, çakıp, öpüşüyorlar falan ve sürekli avaz avaz konuşuyorlar. Vay arkadaş. Aralarında da bir tane genç var, o da bana sarıyor. Hey ho, pivo pivo… İngilizce bilmiyor neyse ki sadofds. Dobro (güzel) diyip geçiyorum ne dese sdfads. Lan nereye düştüm derken, asıl bomba patlıyor ve tam karşımdaki duvarda “Sırp Kasabı” lakaplı Radovan Karadzic ve Ratko Mladiç’in fotoğrafları ve o yolda duvarlara resmedilmiş sakallı dayının fotoğrafı var. OOOH TAM OLDU AQ. SDAFOSDAFSDAOJFSDAF
Tam da Srebrenitsa Katliamı’nın ertesi günündeyiz. Kabusa bakar mısınız? Tam faşistlerin içine düştüm. Barbekü diye ne söyledik, bilmiyorum ama on dakika uğraşıp onu da söylemişiz, kalkıp gidemiyorum. Herkes bağırıyor, eleman bir şeyler konuşmaya çalışıyor, karşımda son yılların en büyük katillerinin fotoğrafları…
Barbekü (köfte) geldi, aceleyle gömdüm, paramı ödedim çıkacağım, genç olan kalktı benimle kapıya kadar geçirdi. Bir şey söyleyecek ama kelimeyi bulamıyor. Eliyle “1 saniye” dermiş gibi bekletti, düşündü ve sonunda buldu “you crazy!” sdlkjfsda Sonra öptü beni sdaıfdsaf. Vammsına. Öylece ayrıldım oradan kafamda deli sorularla.
Acayip saykodelik durumlar. İngilizce bilseler, nereli olduğumu sorsalar ve ben o fotoğrafı görmesem söylerdim ve muhtemelen bu benim son söylediğim şey olabilirdi aq sdfsad.
İnişlerle çıkışlarla Nevesinje’ye ulaştım. Burada uygun bir yer bulsam kalabilirdim ama Garmin, yolun bundan sonrası için çok büyük iniş var diyordu. Bir bakkala girdim, kaç gündür gözümün çarptığı ama hiç yiyemediğim dondurmadan alayım da emeyim bir köşede dedim. Bir tane de bira aldım. Dondurmayı hızlıca gömdükten sonra birayı açtım, bir yudum aldım ve tükürdüm. Lan olm bu ne?! Nasıl bira bu?! Orada ayaküstü sohbet ettiğim bakkalın oğlu söyledi, beyaz şarapmış. Arkadaş, teneke kutuda şarabın ne işi var. Hadi tamam teneke kutuya koydun, bari biraların yanına koyma. Farklı bir bira buldum diye atladım ben de sdfıdsa. Döktüm gitti. Gittim adam gibi, bildiğim ve üzerinde Pivo yazdığına emin olduğum bir bira aldım.
Nevesinje çıkışında da sağlam bir çıkış vardı ve ondan sonra Garmin’in dediği gibi ölümcül bir iniş başladı. Hani tırsıp yavaşlamasam muhtemelen saatte 70km hızı bulabilirdim. Yardırırcasına Mostar’a ulaştım. Hava kararmak üzereydi. Kararmadan gidip Mostar Köprüsü’ne baktım. Atlarım lan ben buradan dedim ama şimdi bisikleti bırakacak kimse yok falan, bunun güvenlik kısmıyla uğraşmayalım şimdi dedim. Mostar’da karşılaşacağınız 10 turistten 15’i falan Türk sdlfads. Her yerden Türkçe konuşmalar duya duya ilerledim sokaklarda.
Beleş wifi’yi bulunca en ucuz hostele doğru sürdüm. Booking‘le aramızda anlaşmazlık var. Beni banlamışlar sanırım. Rezervasyon yaptırmıyor. İtalya Konsolosluğu vize tarihini kafasına göre verince benim tüm planlarım patlamıştı ve rezervasyonları iptal etmiştim. Herhalde o yüzden küstüler bana. Neyse. Booking’den rezervasyon yapamadığım için adrese göre devam edip, bir şekilde mekanı buldum. İçeri girdim, bahçede barbekü partisi vardı. Kalmak için geldim dedim, uygun değiliz, kafilemiz var dedi. E booking de müsait görünüyor dedim, rezervasyon yaptın mı dedi, yapamıyorum, dedim. Biraz kemkümden sonra karışık odada kalmak için anlaştık. Benden hariç 4 eleman daha vardı.
Odaya yerleştikten sonra barbeküden kalanları da ben gömdüm sdıufds. Karışık odada kalmak da dertmiş. Gençler sürekli kalkıyorlar, konuşuyorlar, osuruyorlar, çişe gidiyorlar. Sürekli uyandım. Otoban kenarında çadırda uyurken bu kadar uyanmıyordum valla. Uykumu pek alamadan sabah ettim, hazırlandım ve çıktım.
Mostar köprüsünün altına gidip, klasik pozumu verdim. Bir kahve içip rotama bakarken ufak bir kız geldi masama. Bir sürü anlattı bir şeyler. Kaşları çattı, anlattı durdu. Arada içeri gidip İngilizce bir şeyler öğrenip onları söyledi bana. Az kaldı tarafımdan ısırılıp zombiye dönüştürülecekti. İyi kurtardı.
Sonra tekrar çıktım yola. Mostar’dan çıkış güzeldi, düz yoldu ama yol kalabalıktı. Mostar turistik bir yer olduğu için çok tur arabası ve özel arabalarıyla ziyaret eden insan vardı. Hedefimde Sarajevo vardı. Öyle çıkmıştım yola. Güzel manzaralar eşliğinde ilerliyordum. Tünelden geçiyordum ki, turdaki belki üçüncü haftamda ilk kez bir araba bana oldukça yakın geçip, bir de tünel ortasında kornaya asıldı. Tırstım aq. O korkuyla sövdüm ve söverken aracın Türk plakalı olduğunu gördüm.
Bu gerçekten çok acıydı lan. O an yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. Günler sonra ilk kez bir kaza riski atlatıyorsunuz ve araç Türk plakalı. Bana kürkçü dükkanımda beni neyin beklediğini gösterdi herif. Çok üzüldüm. Gerçekten baya bir depresyon yaptı bende bu. Buralarda sürücüler inanılmaz saygılı. Yollar hep tek şerit, sadece uzun çıkışlarda iki şerit oluyor. Eğer karşı şeritten araba geliyorsa adam yanımdan -geçebilecek mesafe olsa da- geçmiyor. Bekliyor arkamda. Hangi hızla gittiğim önemli değil. Şeridin neresinden gittiğim önemli değil. Ne bir korna, ne bir taciz, ne “lan yeterli mesafe var, aradan geçerim işte” düşüncesi. Adamlar bekliyor. Hani anlatılan ve bize şehir efsanesi gibi gelen bir şey var ya “abi adamlar yaya kaldırımına geldiğini görsünler, zınk diye duruyorlar” diye, aynen öyleler ve ben bu hislerle üçüncü haftamda, tüm o İstanbul trafiğinin gerginliğinden kurtulmuş, özgürce bisiklet sürerken bir SIĞIR, bana nereye döneceğimi hatırlattı. Teşekkürler orospu çocuğu.
Ben bu moral bozukluğuyla fazla ilerleyemedim, çünkü aklıma hep o an ve İstanbul’da beni bekleyen sığırlar topluluğu geliyordu. Bir tünel çıkışında kenarda restoran gördüm. Yanında çok güzel çimenlik vardı, manzarası da inanılmazdı. Geçtim çimenliğe, oturdum, bacaklarımı uzattım, düşündüm, söylendim, sakinleştim. Restorana geçip hem bir şeyler yemek ve içmek, hem de yazmak için kalktım. Oturdum biramın tadını çıkarırken arkadan Türkçe konuşmalar duyunca döndüm. Selam verdim, tanıştık, muhabbet ettik. İkisi de EUFOR‘da görevli barış gücü askeriydi. Sonra onlar gittiler, başka bir kafile geldi. Onlarla da tanıştık. Oturduk muhabbet ettik. Kafam yerine geldi. Hepsi de çok güzel, değerli insanlardı. Diğer yazıda biraz daha fazla bahsedeceğim kendilerinden ? Benim için restoranla konuşup, yan tarafta çadır kurmak için onay da aldılar sağ olsunlar. Zaten garsonlar falan artık Türkçe öğrenmiş, “tamam kanka” diyor adam bana sdaıufsd
Çadırımı kurdum, yazdım, çizdim, dinlendim. Bu yollara düştüğümden beri öğrendiğim bir şey var, her boktan durumun sana bir şekilde çok iyi bir dönüşü oluyor. Kamp yaptığım yer, Türk askerlerle tanışmam, huzurlu bir gece geçirmem, o sığır sürücü sayesinde oldu. Belki bu tür geri dönüşler normal zamanlarda da oluyor ama biz göremiyoruz. Turda hep yalnız ve hep kendi düşüncelerinle birlikte olduğum için sanki bunları daha net görebiliyorum.
Öyle işte. Umutsuzluk kadar büyük düşman yok insana. Umut, bazen gözleri kör etse de, umutsuz da olmamak gerekiyor. Hayallerinizin ve umutlarınızın hep gerçek olması dileğiyle, hadi görüşürüz.