Nikşiç’e gelirken nasıl indiysem, çıkarken de aynı şekilde çıkmam gerekiyordu. Kaderin cilvesi, bir Karadağ standardı. Burası Karadağ bebeğim, burada ne kadar iniyorsan, ondan daha fazlasını çıkman gerekir. Ve yine allahsızca çıkmaya başladım. Yakınlarında suyu olan bir kamp yeri bulana kadar devam etme niyetindeydim. Nikşiç’ten çıkarken suyu fullemiştim ama tırmanışa başladığım andan itibaren normal olarak sürekli tükeniyordu ve hiç çeşme yoktu.
Karadağ’ın bir yanında her yerden su fışkırıyordu, su beğenmiyordum, diğer yanında bir çeşme bile bulamıyordum. Aşırı adaletsizdi. Suyum artık bitmek üzereydi ve kamp yapabilecek bir yer bulamamıştım. Mecburi olarak yol kenarında bir yerde durup kamp yaptım. Yaptığım en iyi kamp değildi ama daha kötülerini de görmüştüm. Suyum olsa daha keyifli olabilirdi. Kampın tek keyifli yanı, Altan’ın bana verdiği Jager’di. Bilirsiniz, eskiden İngiltere kraliçesi, “Su bulamazlarsa Jager içsinler” demiş. lskjdf God save the queen. sfjs
Ertesi gün erkenden kalktım, vurdum kendimi yollara. Hiç suyum yoktu. Neyse ki, genelde zaten çok tüketen bir adam değilim. Bazen üç gün susuz yaşayabiliyorum ve bir anda aklıma geliyor üç gündür su içmediğim ve sanki üç gündür su içmemişim gibi bir hisse kapılıp, boğulacak gibi oluyorum. Oysa zaten üç gündür su içmiyor ve normal bir şekilde yaşıyordum. Bunu kendime hatırlatana kadar sorun yaşamazken, hatırlayınca delicesine susuyorum. sdlkafs Anlatamadım sanırım. Olsun. Neticede büyük saçmalık. sdadsf
Dün gün boyu tırmanmıştım ve bugün bunun meyvelerini toplama zamanıydı. Acımasızca iniyordum ve bu inişte bana bir o kadar acımasız manzaralar eşlik ediyordu. Pulzine’de bir kahve molası verdikten sonra kendimi tekrar yokuşa bıraktım. Pluzine’den sonra sayısını tam bilmiyorum ama yaklaşık 50 tane falan tünelden geçtim. Yol kanyonun hemen üstünden geçtiği için manzarası çok güzel ve eğimi hep aşağıya doğruydu. Tünellerde her zaman olduğu gibi hiç ışık yoktu ama bir çoğu çok kısaydı. En fazla 2-3 tane uzun tünel vardı, onlarda da zayıf ışığım beni idare etti.
Tünellerden birini bitirmek üzereyken arkamdan bir ses gelince anasnkk diye döndüğümde Çinli bir bisikletçi olduğunu gördüm. Aklımı aldın amına koyim, dedim. Türkçe sdkjfsd. Velhasıl, hiç anlayamadığım Çinli aksanıyla tanıştık ve ayak üstü sohbet ettik. Adam sürekli fotoğraf çekiyor. Benimle de çekti. Onda yük yoktu ve yol bisikletiyle gidiyordu, dolayısıyla beni bırakıp devam etti. Bir süre sonra ileride yoldan geçen birileriyle konuşup fotoğraf çekerken yakaladım onu. Yine devam etti. Biraz daha ilerledikten sonra yine aynı şekilde yoldan birilerini çevirmiş ve fotoğraf çekiliyordu. Sonra yine gitti. sdalfsda. “du yu hev fişbuk” dedi bana, “fişbuk” ne lan diye düşündüm. Sonra telefondan feysbuku açınca aydım. ay hev fişbuk. Yazdım, verdim. Yeni kankim. Layklaşıyoruz sdıfsd.
Bir süre daha indikten sonra sınır görünmüştü. Karadağ polisine pasaportu uzattım, teşekkür ettim, memleketlerinin çok güzel olduğunu söyledim ve devam ettim. Burada diğer sınır kapısı yakındı. Arada bir köprü vardı ve köpürüyü geçer geçmez Bosna’ya giriyordunuz. Köprüyü geçtim, sınır polisine selam verdim ve pasaportumu uzattım. Bir şeyler söylüyordu ama anlamıyordum tabi. O Sırpça, ben İngilizce anlaşmaya çalışırken yan tarafta oturan başka bir polis İngilizce olarak onun sorduklarını bana iletmeye başladı.
-Ne kadar kalacaksın? -On gün kadar.
-Nerede kalacaksın? -Otelde.
-Nerelere gideceksin? (Güzergahımı saydım.)
-Paran var mı? -Var.
-Gösterebilir misin? -Üstümde taşımıyorum, bankada.
-Bankada paran olduğuna dair bir belge gösterebilir misin? -Belgem yok ama internetiniz varsa göstereyim.
-O zaman paran yok. -Hayır var, yeterince param var.
-Neden üstünde değil? -Çünkü burada euro geçmiyor, Foça’ya gidip çekeceğim. Üstümde 20 Euro var.
-Olmaz, bu şekilde geçmene izin veremeyiz. Üstünde para olmalı. Bosna’da seyahat edebilmeniz için günlük 30 euro nakit paranız olmalı. -E, naapıcaz şimdi?
-Karadağ’a gidip çekin. -WTF! Karadağ’a nasıl gidebilirim, bu imkansız!
-Bu şekilde geçemezsiniz. -Yahu var param!
-Olmaz.
dedi ve arkadan araç gelince, sen şöyle yanda bekle dedi. Tabi bunları o Sırpça konuşan söylüyor, diğeri çeviriyor. Sırpça konuşan sinirle içeri gitti. Diğeri beni çağırdı.
-Ok, ufak bir ödeme yaparsan seni geçirebiliriz. -Lan nasıl ödiyim, param yok, sadece 20 eurom var dedim ya.
-Ok, 10 euro yeter ama açıkta verme, kamera çekiyor. Bisikletinden birkaç kağıt parçası al, onun içinde getir.
Gittim ajandanın içinde parayı götürdüm, pasaportumla beraber ajandayı verdi. Ve sanki hiçbir şey olmamış gibi gezeceğim yerler hakkında benimle muhabbet etmeye çalıştı. Söverek ayrıldım oradan.
Sınırı geçtikten sonra Karadağ’ın neredeyse tamamında muhteşem olan yollar, patates tarlasına dönmüştü. Sınır polisinin yaptığı puştluk ve yolun durumu dakika bir, gol bir durumu olmuştu ve bütün neşem, enerjim kaçmıştı.
Normalde sevdiceğimin İngiltere’de beraber yaşadığı Rosi ile buluşacaktık, yol üstünde bir kampta kalıyordu. Buraya rafting için gelmişlerdi ama bu yaşadığım problem nedeniyle 18 kilometre ötedeki Foça’ya gidip para çekmem gerekti. Altan’dan, genel olarak kimsenin Euro kabul etmediğini öğrenmiştim. O yüzden önce Foça’ya gidip para çekecek, interneti olan bir yer bulacak ve Rosi’ye durumu anlatıp, nasıl buluşacağımızı netleştirecektim. Velhasıl, bir diğer problem de, bu bölgeleri çok iyi bilen Güneş‘in Foça’nın oldukça milliyetçi bir yer olduğunu ve mümkünse hiç durmadan uzaklaşmamı söylemesiydi. Ateş beni çağırıyordu resmen asfldsa.
Mecburen Foça’ya girdim ve ilk gördüğüm bankadan yerel paradan çektim. Karşısındaki bara oturdum ve bira içip Rosi’ye yazdım. Raftinge gideceklerini ve saat 4 gibi döneceklerini yazdığı için, birkaç bira daha içip saatin 4 olmasını bekledim.
Bu süreçte kimseyle konuşmuyor sadece biramı içip internette takılıyordum. Zaman geçiyor ve biralar gömülüyordu. Yan masadan bir dayı da bana bira yolladı sağolsun. Sebebini bilmiyorum ama teşekkür edip gömdüm tabi sdaflasd. Buralarda adettenmiş, arada yaparlarmış. Türkiye’den geldiğimi bilse yollar mıydı bilmiyorum tabi. asdlkfsd.
Saat 4’ten sonra Rosi’den mesaj geldi ve Tjentiste’ye gideceklerini yazdı. Oh yes. Benim de gitmek istediğim yer orasıydı zaten. O yollardan bir daha geri dönmeyi hiç istemiyordum. Foça’dan ayrılmadan önce bakkala girdim, koca bir ekmek arasına tepeleme salam ekmek, meyve suyu ve sabun aldım ve sadece 4 lira civarı bir para ödedim. Şaka gibiydi rakamlar sdalkfas. Bakkalın yanında oturan dayılarla da biraz sohbet etmeye çalıştık. Onlara Türk olduğumu söyledim ama milliyetçi bir tepkiyle karşılaşmadım. İstanbul, Galatasaray bildiklerini söylediler. Galatasaray yok dayı dedim, yok o, Fenerbahçe var salfsad. Bu durumda hemen basketbol kozunu oynuyorum çünkü Sırbistan’ın yarısı Fenerbahçe’de oynuyor. Obradoviç reis dediğim zaman akan sular duruyor sadfasd.
Dayılarla süren kısa muhabbetten sonra hızla ve heyecanla tekrar yola koyuldum. Yol üstünde Rosi ile karşılaşmayı umuyordum. Yol da sürekli çıkış, lanet gibi çıkıştı. Deliler gibi çıkıyordum. Hava da kararmaya başlamıştı ama Rosi’ler beni ya geçmişti, ya daha gelmemişlerdi. Ne olup bittiğini anlamak ve Rosi’ye yazmak için interneti olan bir yerde durmaya karar verdim. Yol kenarındaki tesise yaklaştığımda Rosi ve arkadaşının orada oturduğunu gördüm. Oldukça büyük tesadüftü. Hep beraber bir şeyler atıştırdıktan sonra, Tjentiste’de ayarladıkları otelde buluşmak üzere ayrıldık. Hava iyice kararmış ve deli gibi sinek basmıştı. Açık olan tüm deliklerime sinek kaçıyordu sadflsad. Sonunda oteli buldum, odama yerleştim ve Avrupa Kupası finalini izlemek için aşağı indim. Enteresan bir şekilde, maç devam ediyordu ama otelin barı saat 10’da kapanıyordu, fazladan birer bira daha söyleyip maçın sonunu getirdik.
Ertesi gün niyetim gitmekti ama Tjentiste’nin bu doğal parkını rüşvetçi polis çok övmüştü. Gece karanlığında pek bir şey göremedik tabi ama sabah kalkıp pencereden baktığımda gidemedim. Rosi’ler bu civardaki büyük bir zirveye yürüyüş yapacaklardı. Ben yorgun olduğum için onlara katılmadım. Tjentiste’ye geliş amacım olan anıta gittim. Gerçekten bu anıtların hepsi heybetiyle eziyor insanı. 2. Dünya savaşının en kanlı direnişlerinin olduğu bölgelerden biriymiş burası. Anıttan dönüp parkın diğer taraflarına doğru gittiğimde neredeyse bir futbol sahası büyüklüğünde bir havuzla karşılaştım. Vay arkadaş. Belki futbol sahasından bile büyüktür. İnsanlar havuzun kenarındaki ağaçların gölgesinde takılıp, serinlemek için havuza giriyorlar. Fena bir yerdi. İlerde belediye başkanı olduğumda tüm otobanları yıktırıp, her mahalleye bunlardan yaptırıcam.
Tjentişte çok güzel yer. Sırpların bölgesinde kalıyor. Eğer yolu buralara düşen olursa sadece Mostar falan gezmesin, azıcık güneye insin, buraları da görsün, 30 km ötede millet kanyonda raftingin dibine vuruyor, gidin eğlenin azcık.
Otelde iki gün kaldım. Otelin parasını da Rosi ödedi. Kendisine ve arkadaşına tekrar büyük, kocaman teşekkürler.
Otelden beraber ayrıldık, onlar Dubrovnik tarafına, ben kuzeye, Mostar tarafına doğru yola devam ettim…
Çok güzel yerlerden geçmişsin usta. Kanyon yanından giden yol harika. Bosna Hersek girişinde 30 euro kuralını öğrendiğim iyi oldu. Gittiğimiz zaman bize de sıkıntı çıkarmasınlar böyle. Gerçi olayın 30 euro değil de rüşvet almak olduğu da belli. Okumaya devam.