Kotor’dan Nikşiç’e İhtişamlı Yolculuk
Budva’da geçen günah gecelerinden sonra bacaklar iyice yumuşamış, göbekteki bira yoğunluğu arttırılmış, cepteki nakitler bitirilmiş, tembellik tavan yapmıştı. Artık yola koyulma vaktiydi. Zaten sebepsizce normalden fazla kalmıştım. Neyse ki, Altan, Önder ve Bora denk gelmişti de, sıkıcı olması muhtemel iki gün, daha keyifli geçmişti. Normal şartlarda tek olsam muhtemelen akşam dışarı çıkmaz ve o barı keşfedemezdim. O bar, Budva’daki en iyi şeydi.
Yine geç de olsa yola koyulduk. Altan Arnavutluk tarafına devam etti, ben Kotor tarafına. Hedefimde Nikşiç’e ulaşmak vardı ama deniz seviyesinde olduğum için bu fazla hayalci bir yaklaşımdı. Etrafımız komple dağlarla çevrilmişti ve bir ses “o elindeki bisikleti yavaşça yere bırak ve yürümeye başla” diyordu. sdlfs. Neyse, yola çıktım. Kotor’a doğru devam ediyordum. Yollar ve manzaralar çok güzeldi. Geceden kalma bir adam olarak normalde keyifsiz bir sürüş olmasını bekliyordum ama bu yolun profili, manzaraları açmıştı kafamı. Açılan kafamla beraber müziği de açtım ve kamon beybi, haydi rakın roll yapalım nidalarıyla bastım pedala.

Tünel Vrmac
Kotor’a girerken oldukça uzun bir tünel vardı. Yine, çoğu tünelde olduğu gibi ışıklandırması yoktu. Arka ışıklandırmamı ve ön ışığımı açtım, kaldırım bölümünden olabildiğince hızlı bir şekilde ilerlemeye başladım. Kaldırım bölümü de bir garip, aralarda 2-3 metre uzunluğunda kapaklı bölgeler var ve bazı kapaklar kırılmış ya da çökmüş. O bölgelerde durup elle götürüyordum. Ve derken, olmasını en son isteyeceğim şey oldu ve ön aydınlatmanın şarjı bitti sdaljfs. Tırrık gibi kaldım karanlığın ortasında. Göz gözü görmüyor. Telefonu çıkartıp ışık yapayım derken onu da yola düşürdüm. Tam bir klostrofobik bişeyler. Zaten çalışırken de bir şey göstermiyordu da, en azından 1 metre önümü görebiliyordum. Mecburen durdum. Arabalar geçerken onların ışıklarıyla gidebildiğim kadar gittim. Arabalar bitince durdum. Bu şekilde bir 100-200 metre ilerledikten sonra yine doğa benim yanımda olduğunu belirtti. Trafik sıkışmıştı ve bütün araçlar konvoy halinde bekliyordu sadlkfdsa. Kaldırımdan indim ve arabaların ışıklarının bana vermiş olduğu yetkiyle hepinizi karı koca ilan ettim asfısda. Tünelin yarısında trafiğin sıkışması ne büyük lütuftur. Teşekkürler trafik. Teşekkürler trafiği her ne tıkadıysa. Hayatımda ilk kez trafikten memnundum. Cehennem evet.

Kotor Kalesi
Tünelden sağ salim çıkabilmiş olmanın mutluluğu ile Kotor’a indim. Sağ tarafta kale kapısı ve üzerindeki yıldızı görünce fotoğrafını çekmek için o tarafa saptım. Ne güzelsin yıldız. Kalabalığa uyup kapıdan içeri girince dünya değişti. Her yer güzel kafeler ve taş döşeli yollarla kaplıydı. Daracık sokakları olan muhteşem bir yere gelmiştim. Olabildiğince dolaştım ara sokaklarda. Binalar, sokaklar muhteşemdi. Tarihi yerleri ziyaret etmeyi sevmem aslında ama burası oldukça güzeldi.

Kotor
Turist kafilelerinin arasından geçerken Türkçe bir ses duyunca yanaştım yanlarına bir şeyler duyup anlamak için. Turistlerden biriyle göz göze geldik, anlayamadı neden yanlarında durduğumu. Zira oralarda bisikletiyle gezen bir Türkiye vatandaşı görmeyi beklemiyorlardı. Abi yancı oluyorum, dedim, vaay Türk müsün?’den başladık, öyle ayak üstü gezimden bahsettik. Kafiledeki inanamayan gözler, çocuklarına örnek gösteren aileler, bol şans dileyenler arasında onlar turlarına devam etti, ben de çıkışa doğru devam ettim. Çıkışta da polisten fırça yedik, “burada piskletle gezilir mi len!” diye, “aman abicim idare ediver, ay em turska, biz de all wey mübah” dedim, dostça sırtıma vurdu, yolladı beni.
Kotor
Sevdim Kotor’u. Kotor’dan sonraki bölümü daha çok sevdim. Muhteşem bir sahil şeridi. Bizim ölü denizin kocamanı. Öylesine güzel manzaralar eşliğinde, sürmekten aşırı keyif alarak ilerledim artık Garmin düzlüğün sona erdiğini söyleyene kadar. Öğlen olmuştu. Madem öğlen olmuştu, o halde bira vakti de gelmişti. Köprüden önceki son çıkışa girermişçesine, sapaktan önceki son mekana oturdum ve iki bira içtim. Enerjiyi fulledim.
Her sabah iki kahvem, her öğlen iki biram var. Kesinlikle kafamı açıyor. Otururken biraz mayıştırsa da, gidonu tutar tutmaz tüm algılarım açılıyor. Bir garip enerji veriyor bana bira. Belki yorgunluğumu unutturuyordur, enerji sanıyorumdur. Olsun, her türlü güzel.
Biraları gömdükten sonra yokuşa başladım. İlk olarak köyün içine girdi, bir süre sonra köyü ardımda bıraktım ve tamamen doğanın içinde, hiç bitmeyecekmiş gibi zigzagları çizerek tırmandım. Yol çok eskiydi ama belli bir yerine kadar kullanılıyordu. Yeni yapılan yoldan bir sapak vardı, oradan köye giden bir araç geçti yanımdan o kadar saatte. O sapağı geçtikten sonra yol iyice terk edilmiş hissi vermeye başladı. Asfaltın ortasından çıkan ağaçlar, yola devrilmiş kayalar, yolun şerit çizgisini oluşturan çimenler…
Yokuş başlıyor
Muhteşem bir yoldu. Yol üstünde tek tük terk edilmiş binalar vardı. Yokuşun zirvesine ulaştığımda tahmini olarak yirmi kilometre civarı tırmanmıştım. Artık inişe geçeceğim yerde ironik bir şekilde bir ev vardı. Yaklaşınca perde aralandı, suyum bitmek üzere olduğu için suluğu çıkarıp salladım. Bir kadın çıktı balkona, Voda, dedim, kafa salladı, indi aşağı. Suyumu yeniledi ama muhtemelen kuyu suyu olduğu için berbat bir tadı vardı ? Olsundu. Susuzluktan iyiydi. Oldukça keyif aldığım bir yoldu, turun şu ana kadar geçtiği en güzel yoluydu. Garmin genelde saçmalasa da bazen güzel yollara da sokabiliyordu. Garmin’le aramızdaki ilişki o yüzden hep inişli çıkışlı. İlişki durumu karışık. sdalfs
Eski yol
Eski yol bir yerden sonra bitti ve otobana ulaştım. O kadar güzel yoldan sonra otoban kültür şoku gibi gelmişti. “Şırrak!” etti kulağımda suratıma vurduğu tokadı ve bir araba, uzunca bir korna basarak geçti yanımdan. Medeniyete hoş geldin, diyordu. Otobanın gölgesiz ve uzun iniş çıkışlarına geldiğimde enerjim yine düştü. Psikolojik aq. Otoban görünce dengem sarsılıyor. Bir 20-30 kilometre daha ilerledikten sonra yol kenarında gördüğüm restoranda durdum. Biraz su ve bir biraya ihtiyacım vardı. Otobanın tam karşısındaki çimenlik de kamp için idealdi. Koca bir su ve bira istedim. Muhtaç olduğum kuvvet, damarlarımdaki birada mevcuttu. Kendime geldikten sonra garsona karşıda kamp kuracağımı söyledim. O da, “çok da fifi” dercesine bir şeyler söyleyip gitti.
Gidip kampımı kurdum ve tekrar restorana gidip bir bira daha içtim. Televizyondaki tenis maçını izledim. Güzel başlayıp, otobanda boka saran hayat yeniden güzelleşmişti.
Tatlı bir çakırlıkla çadırıma gidip güzel bir uyku için yattım ama gecenin bir yarısı, olabilecek en sikko kabusla, tekme atarak uyandım. Nerede, nasıl, ne hakkında ve kiminle olduğunu bilmiyorum, rüyamda uzun adamı eleştiriyordum. Sonra uzaktan birisi “arkanda, arkanda” dedi, arkamı döndüğümde ekose ceketiyle elini kaldırmış bana bir osmanlı tokadı patlatma niyetindeydi ama ben önce davranıp tekmeyi savurdum ve uyandım. Uyandığımda uyku tulumu içinde, çadırın filesine tekme atmaya çalışan bir garibandım. Neyse ki, kendisinden yüzlerce kilometre uzaktaydım. Hayat, hala güzeldi. Bir süre daha.
Nikşiç Yolunda
Bir şekilde yine uyuyup sabah erkenden kalktım ve Nikşiç’e doğru yola devam ettim. Nikşiç, rakım olarak aşağıda kaldığından oraya gidene kadar genellikle inişteydim ve yol, bana güzel manzaralar veriyordu. Fren sıkmaktan ağrıyan avuç içlerimi, bu güzel manzaralara bakarak dinlendiriyordum.
Nikşiç’e giderken yolda Nikçiş’den dönen iki Avustralyalı bisikletçi gördüm, selamları var. Karı koca geziyorlar, maşallah, dedim, daha çok çıkacaksınız, dedim yolladım. Budva’ya gidiyorlarmış. Deniz, kum, güneş, hellll yehh.
Nikşiç’e ulaştığımda daha çok erkendi. Kahvaltı için bir börekçi buldum. Börek, söylenmesi en kolay ve en bildiğim şey olduğu için genel olarak böyle durumlarda börek yiyorum. Burek olarak yazılıyor, börek dediğim zaman herkes anlıyor. Maceraya lüzum yok. Börek olsun, çamurdan olsun. Soracakları tek soru “çiiz or miit” oluyor.
Garson hanım kızımıza Nikşiç’te görmek istediğim anıtın fotoğrafını gösterdim, bana tarif etti. Benim İngilizce ortaokul seviyesi, onunki ilkokul. O ne anlattı, ben ne anladım bilmiyorum. Sağa dön ve sonra sola dön, kilisenin yakınında dediğini biliyorum. Başka da bir şey diyemedi zaten. Sağa döndüm ve sola döndüm.
Biraz ilerledikten sonra İngilizce ile ilgili herhangi bir seviyesi olmayan iki arkadaşa fotoğrafı gösterdim. İlerden sola sapacağımı ve yokuş çıkacağımı söylediler, ya da ben öyle anladım çünkü “brdo” dedi, ki o yokuş anlamına geliyor. İlerden sola döndüm, sonra baktım solda bir yokuş var. Otele doğru gidiyor. Tepede. Anıtları da hep tepeye koyarlar zaten, herifler de yokuş dedi. Dayan yavrum Cem, dedim ve başladım tırmanmaya. Neyse ki yokuş çok uzun ve dik değildi. Bir süre sonra otele ulaştım. Etrafta anıt ya da benzeri bir şey görünmüyordu. Otelde İngilizceyi tam benim gibi bilen birisini buldum ve bana yolu tarif etti. “go, go, go, stop, (elle göstererek) left, go, go, go, and you will see” asldfa Şaka lan ben abartıyorum. Hanım kızımız gayet iyi tarif etti, ne oldu yani şaka da yapmayalım mı? Ot gibi yazı mı okuyasınız sadece? kdsfs.
Vatanseverlerin Düşüşü: Nikşiç
Bu anıt, Trebjesa Tepesi’ni işgal edenler tarafından öldürülen 32 anti-faşist ve vatansevere adanmış. Anıtın etrafındaki siyah mermerlerde, bu kişilerin isimleri yazıyor. Anıt yine devasa boyutlarda, yine heybetinden ezildiğim bir anıt oldu. Her anıtın yanına gittiğimde tüylerim diken diken oluyor, yapının büyüklüğü, heybeti, ihtişamı inanılmaz. Ne kadar büyük olduğunu anlamanız için bir fotoğraf daha ekliyorum. Anıtın önünde duruyorum. 🙂
Nikşiç’e geri döndüm ve bir mekana oturdum. Dayılardan oluşan bir mekandı. Bir bira söyledim. İnterneti olmadığını öğrenince ikinci bira yalan oldu tabi, kafada bitirdim olayı. Dayılara, Bosna geçişini sordum, sınır – pasaport kontrolü falan hani, onlar başladılar yol tarif etmeye. Önce buraya gideceksin, sonra şuraya gideceksin. Yok dayı, ben onu sormuyorum diyorum ama anlamıyor tabi. O yazdı çizdi, ben de izledim. İnatla yazdı, inatla dinledim. Sonra nereye gideceksin dedi, Mostar, dedim, yazdığı kağıdı aldı buruşturdu attı, oooooof çekti uzunca, ben anlamadım tabi neler olduğunu sadflksd. Sonra, o yoldan olmaz, bu yoldan gitmen lazım dercesine tekrar çizdi, nasıl olsa anlaşamayacağımız için ses etmedim. O çizdi, ben izledim. Sonra kağıdı elime verdi, gitti. Hvala dedim, ne diyim aq? sljfsdljkfad.
Bu arada, dipnot; yorumlarınızı okuyorum ama cevap yazmam mümkün olmuyor mobilden çok rahat olmuyor, bilgisayar da zaten bildiğiniz üzere kafasına göre çalışıyor. Yorumlar için teşekkür ederim, mutlu ediyor beni. Özel soracağınız bir şeyler olursa mail ile ulaşabilirsiniz. Elimden geldiğince Instagram falan eklemeye çalışıyorum, oradan da takip edebilirsiniz.
Bir de siz bu yazıyı okurken ben Kutina Hırvatistan’da olacağım ancak hala Karadağ’ı yazarken arada kocaman Bosna Hersek hikayeleri bekliyor. Sevgiler.