Tünel, Manzara ve Uçurumlar Eşliğinde… Kolaşin-Podgorica-Budva

Sabah kalkıp kahvemi içtikten sonra Prika ile vedalaşıp ayrıldık. Bundan sonraki hedef Karadağ’ın da başkenti olan Podgorica’ydı. Prika, bana yolda çok fazla tünel olduğunu ve dikkatli gitmemi söylemişti ama malum, Garmin’in genelde başka planları oluyor :) Garmin tünel olan yolları pek sevmediği için, beni eski Podgorica yolundan, muhteşem köyler ve muhteşem manzaralar içinden götürdü. Prika, giderken hep ineceksin demişti ama Garmin, her güzel şeyin bir bedeli var diyor ve beni allahsızca yokuşlara vuruyordu.

Kolaşin’den çıktıktan bir süre sonra acıkmıştım. Genelde sabahları kahvaltı yapmıyorum. Eğer denk gelirse güzel bir sabah kahvesi içtikten sonra yaklaşık bir yirmi kilometre civarı gidiyorum. Sabah kahvesini de Prika ısmarlamıştı, sağolsun :) Sabah yemek yemeden yapılan bu yol baya bereketli oluyor. Sabahın serinliği, kahvenin gayri resmi doping etkisi, güzelce dinlenmiş bacakların yollarda adeta bülbül gibi şakıması derken 1-2 saatte oldukça iyi yol alınıyor. Bir yerden sonra zaten bünye “nerde lan benim mamam” diye çemkirmeye başlıyor. Bu çemkirmeleri hissettiğimde yol kenarında duran restoranlardan birine girdim. Buralarda çok ıssız bir yol da olsa her yolda bir sürü lokanta var. Market var. Garip bir şekilde varlar. Allahın dağı lan. Doğru düzgün araba bile geçmiyor ama o yolda bile 5-10 kilometrede bir lokanta var.

Neyse, yine uzattım sdkjfls. Lokantaya girdim ve adı değişik göründüğü için Kaçamak diye bir yemek söyledim. Kahvaltı yapıyorum hesapta ama ne olduğunu bilmediğim bir şey söylüyorum. Kocaman tabakta bir et bile gelebilirdi dsjfds. Et gelmedi ama kocaman ama gerçekten kocaman bir tabakta patates püresi sandığım ama gerçekte mısır unu olan ve bol peynirli bir yemek geldi. Vat ta hel dedim ama kimseler duymadı. Arkadaş, o kadar büyük ki, biz onu hanımla birlikte bitiremeyiz, yarısını da eve götürür üç gün yemek yapma derdi kalmadı falan diye de baya bir seviniriz sduıfsd. Tamamını yiyemedim tabi. Yanımda uygun bir kap olsaydı geri kalanı bırakmazdım orada. Baya da güzeldi yani.

Kačamak

Bu arada burada Kaçamak diyorum ya, o aynen öyle okunuyor ama Ç’nin kuyruğu yukarıda. Fotoğrafın altına yazdım. Bakarsın. Kolaşin’deki Ş’nin kuyruğu da yukarıda. Ben orijinalinin okunuşunu yapıyorum. Oldukça bilgilendirici bir şey yazdığımı düşünsem de okuyanların bir çoğu buradan bir şey anlamayacak tabi dsljfsda. Neyse.

Muazzam manzaralar, uçurumlar eşliğinde önce 1100 metrelere tırmandım ve 800’lere indim, sonra tekrar 1250’lere tırmandım ve 50 seviyesine kadar indim. 1250 rakımdan, 50 seviyesine inerken avuçlarımın içi fren sıkmaktan yamuldu. Yokuş çıkarken dersin ya, ne zaman bitecek bu yokuş diye, inerken de aynı hisleri yaşadığım bir yoldu. Aşırı tehlikeli ve dardı. Sürekli dönüşler, dar yollar ve yapımı süren bir inşaat yüzünden geçen kamyonlar nedeniyle gerginlik vardı. Neyse ki kamyonları sürenler, Türkiye’deki sığırlar gibi değiller. Bir tanesi yanımda durdu, ayak üstü sohbet bile ettik. O yolların benim için bile ne kadar zorlu olduğunu düşününce, koca kamyonlarla o daracık yolda, uçurum kenarlarında sürmenin zorluğunu tahmin etmek çok zor. Tüm kamyonlar ben yokuşu çıkarken denk geldiği için, inişte önüme bir anda çıkan kocaman bir kamyon paniği yaşamadan inişi tamamladım.

Podgorica inişi

Podgorica’da ilk olarak şehir merkezine girip, internet bağlantısı için bir mekana oturdum. Çünkü müzik dinlediğim telefonumu Prika’nın otelinde unutmuştum. Kendisine mesaj atıp nasıl alabileceğim konusunda konuşacaktım ama o, benden önce davranmıştı. Facebook’tan mesaj atmış ve hatta bir şekilde mesajı başkası görürse diye Türkçeye çevirip, bir de öyle yazmıştı. İnanılmaz bir düşüncelilik örneği.:)

Kendi yaşadığı yer de Podgorica’daydı ve buraya dönmüşlerdi. Mesaj atıp bulunduğum yeri yazdım, beş dakika sonra bisikletiyle geldi ve kendisini takip etmemi söyledi. Oturduğum kazık mekandan kalkıp, onun oturduğu yere gittik. Orada bana telefonumu verdi, birlikte birkaç bira daha içtik ve beni Podgorica’da görmek istediğim anıta götürdü. Hem anıtı gezip, hem de bulunduğu ormanlık alanda kamp yapabilmem için oradaki bekçiden benim için izin aldı. Kampımı kurmuş, istediğim anıtı görmüş, telefonuma kavuşmuştum. İyi insanlar vardı bu dünyada. Biz ne kadar onları görmezden gelsek de, onlar bir şekilde varlıklarını hissettiriyorlardı. Prika da işte böylesine güzel bir insandı. Kendisini her zaman çok güzel duygularla ve iyi anılarla hatırlayacağım.


Savaşta hayatını kaybetmiş bir Partizan için dikilen bir anıt.

Çadırı kurup fotoğrafları çektikten sonra, mevcut bekçinin nöbet değişiminin saat 8’de olduğunu söylemesiyle tekrar merkeze indim. Hem yemek yiyip hem de bir iki bira içerim diye düşünüyordum. Bir Irish Pub ve kapısındaki happy hour levhasını görünce daldım içeri. 33’lük bira 1 euro, tadından yenmez.

Bar kısmına oturdum, orada iki kişi daha vardı. Üzerimdeki Decimation tişörtünü görünce muhabbete başladık. Havadan, sudan, 500 yıllık Osmanlı işgalinden bahsettik. Bu konu müslüman ya da hristiyan, Arnavut ya da Sırp farketmeksizin, Türk olduğumu öğrenen herkes tarafından dile getiriliyordu. Türk olduğumu öğrenen herkes, bir şekilde o muhabbetin arasına gözlerini kısıp “500 yıl” diyordu. Travmanın büyüklüğüne bakar mısınız? Empati kuruyorum onlarla. Biri benim ülkemi 500 yıl boyunca esaret altında tutsa muhtemelen onlardan pek hoşlanmazdım. Onlar da böyle düşünüyor olabilirler ama bana karşı hiçbir zaman nezaketlerini kaybetmediler. Anlaşabildiğim tek bu eleman olduğu için ona aklımdan geçenleri söyledim. Savaş kötüdür. İyi ki bizi bu coğrafyadan kovalamışlar yoksa muhtemelen buraların da içine sıçardık.

Bu konuyla alakalı bir kaç kişiye de “ben osmanlı değilim, ben fethetmedim ülkenizi” dedim. Her ne kadar bunu dile getiriyor olsalar da, dediğim gibi size karşı asla bir düşmanca tavır içine girmiyorlar. O “fayf handrıd yiırs” bir şekilde söyleniyor. Dostça sohbet içinde olsak dahi, o söyleniyor. Dediğim gibi, empati kurabiliyorum. Türklerin çoğunun da milliyetçi olduğu gerçeğini göz önüne aldığımızda, haksız da sayılmazlardı. Belki tepkimi ölçüyorlardır, kim bilir?

Nöbet değişiminden önce kamp yerime gittim ve yeni gelen dayıyla tanıştım. Diğeri de hiç İngilizce bilmiyordu ama bir şekilde iletişim kurmaya çalışıyordu. Bu dayının hiç ilgisi yoktu. Tatile giderken komşuya bırakılan muhabbet kuşu gibiydim onun için. Öyle bakıyordu bana sadece sdlkjfsd. Birlikte biraz tenis izledik ama bir süre sonra uyku gelince ben çadıra geçip yattım. Güvenlik kulübesinin arkasındaki ışığı açtığı için ortam güvenliydi ama sürekli aydınlıktı ve ne zaman gözümü açsam sabah oldu sanıyordum. Bu yüzden oldukça bölük bir uyku yaşadım. Sabah -gerçek sabah sdfsd- olduğunda toparlandım, dayının bayramını kutladım -kendisi müslümandı- ve yola çıktım. Öpeyim dayı, dedim, öptürmedi. jdfjd

Hedef Budva’ydı. Aslında oraya gitmek aklımda hiç yoktu ama nedense hedefi orası belirlemiştim. İsteksizce vurdum kendimi yollara. Bu bölge artık dağların ardında kaldığı için inanılmaz sıcaktı. Budva’ya giden yol otobandı ve hiç gölgelik yoktu. Sıcak havada, sıcağı iyice çeken asfalt yolu çekilmez bir hale getiriyordu. İnanılmaz keyifsiz bir yolculuktu.

Bitmek bilmeyen yokuşlardan birinde durup, güneşin beyninde dinlenirken, çalılıklardan bir kedi sesi duydum. Biraz seslendiğimde içeriden siyah bir yavru kedi çıktı. Etrafta hiç yerleşim olmadığı için burada yaşama şansı hiç yoktu. Mataramdaki suyu ve çantamdaki ton balığını açıp kediye verdim. O kadar acıkmıştı ki, koca ton balığının yarısını yedi.:) Ben bu kediyi burada nasıl bırakacağımı, ne yapmam gerektiğini düşünürken ileride bir araba durdu, bir kadın indi ve yanıma geldi. Kediyi göstererek, sanırım “senin mi” diye sordu. Tarif ettim, çalıların içinden çıktı dedim. Ben götüreyim mi, diye sordu, “DOBRO” (güzel) dedim :) Kadın kediyi arabasına aldı ve gitti. Bir şekilde ben de bir kedinin ev bulmasına vesile olmanın huzuruyla yola devam ettim.

Ama bu huzur pek para etmiyordu çünkü yollar gerçekten çok sıkıcıydı. Esmiyordu. Sürekli çıkıyordu. Çok sıcaktı. Karadağ’ın hemen her yerinde beni bir şekilde yalnız bırakmayan o akarsular, dereler yoktu, çeşme yoktu. Suyum duş alma kıvamında sıcaklamıştı ve bitmek üzereydi. 36 kilometreyi zor bitirip kendimi Cetinje’ye attım. Burada hayvan gibi bir yemek yedim, enerji depoladım. Öğle saatini, bir çayırda uzanarak geçirdim. Cetinje tarihi açıdan çok güzel bir yer. Bir sürü eski bina var. Bölgenin eski başkentiymiş burası. Baya turist vardı gezen. Benim pek gezecek halim olmadığından gölgede dinlendim ve hava biraz yumuşayınca Budva’ya ulaşmak için tekrar yola çıktım.

Deniz seviyesinden 650 metre kadar yukarıdaydım ve Budva deniz seviyesindeydi. Artık ölümcül bir iniş yaparım herhalde diye düşünürken, sürekli çıkmaya devam ediyordum. 880 metreye kadar tırmandım ve sonra bitmek bilmeyen bir inişe geçtim. Budva merkeze ulaştığımda, Cem Yılmaz’ın o muhteşem filmi Her Şey Çok Güzel Olacak’ta, Mazhar Alanson’un o efsane repliği geldi aklıma: Benim ne işim var lan Budva’da!

Çünkü Budva, Bodrum’un bir benzeriydi. Samimiyetsiz ilişkiler, gece hayatı, kumsal, maddiyat kokan gülümsemeler, uçuk fiyatlar.. Tabi uçuk diyorum ama buraya göre yine ucuz. Karadağ’ın üst taraflarında 1,50 euroya içtiğin birayı 2,50’ye içiyordun işte. Bizim barların yanına yine yaklaşamıyorlar yani. Hostel bulmak için interneti olan bir yere girip oturdum. Bir tost ve iki ufak biraya 7 euro ödedim ve ne hostel ne oda bulabildim. Bulabildiğim en yakın ve en ucuz hostele doğru pedallarken, yolda bir kadın çevirdi beni.

-Kalacak yer mi arıyorsun?

*yok buldum, şimdi oraya gidiyorum

-Çok güzel kalacak yer ayarlayabilirim sana

*ne kadar

-22 euro

*Yokanasınınn, ben onun yarı fiyatına kalacağım şimdi!

-ok, o da olur.

Beni aldı ve bir eve götürdü. Birilerinin yaşadığı, içinde kendi halinde bir yaşam olan bir eve gittim. Bisikletimi de odaya çıkarttım. Mutfak odamdaydı. Mutfaktan kastım dolap, iki çatal, bir bıçak ve kamp ocağı. Banyo ortak kullanım. Onun dışında gerçek bir mutfak yoktu. Üç oda vardı. Birinde ben kalıyordum. Birinde kendileri kalıyorlardı. Birini de kiraya vermek için boş tutuyorlardı. Tek odada bir aile yaşıyordu ve eğer gizli bir kapı yoksa ya mutfakta yatıyorlardı ya da evde gerçekten mutfak yoktu. LAN NAAPALIM, BULAŞIKLARI KÜVETTE Mİ YIKAYALIM?!

Budva maceramız da böyle başladı.

İlk yorum yapan sen ol!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir