“Alman Olmak Çok Güzel Lan!”

İstikametim kuzeydi ve gaz ocağı bulacağım diye kaybettiğim zamanları, bomboş bisiklet yollarının bana vermiş olduğu sınırsız hız yetkisiyle, olabildiğince hızlı gidiyordum. İlginç bir şekilde Almanya’da görmeyi hedeflediğim bir yer yoktu. Aslında vardı ama planlar değişince, görmek istediğim yer fazlaca batıda kalmıştı ve ben, bir daha o tarafa gitmek istemedim. Zaten pahalılıktan kaçıyordum, Balkanlara koşuyordum, ucuz yemeklere, ucuz biralara sürüyordum kamyonu, bir daha yolu uzatmak istemedim. Kuzeye doğru sürdüğüm için belki bir Berlin’e gidip, duvarın kalanını görürüm, üzerine de Hamburg’a uğrayıp, kendime bir St. Pauli atkısı alırım diyordum. Tabi bunlar sadece aklımdan geçenlerdi. Uygulanabilirliği her sabah değişen ruh halime göre belli olacaktı.

Bir sabah uyanıp, BAYILIYORUM SANA AVRUPA! derken, diğer sabah .MINA KOYİM AVRUPA! diyebiliyordum. Ruh halinin bu kadar değişken olması da normal aslında. Bıyık altından gülme öyle. Tek başıma çıktığım turda üçüncü ayıma girmiş, önüme gelen tüm biraları içmek, her gece rahat yataklarda uyumak, makarna yerine güzel restoranlarda rahat rahat yemek yemek isterken, bütçesini de turun sonuna kadar denk tutmaya çalışan bir adamdım. Bu nedenle turun kalanını, önüme gelen tüm biraları içebileceğim ülkelerde geçirmeyi istemek benim de hakkımdı.

Neyse. Ruh halime sonra tekrar gireriz. Münih’ten parklar ve bahçeler içinden geçerek çıktım ve ara yollardaki bisiklet rotalarına girerek, garip isimli kasabalardan geçerek şehirden uzaklaşmaya başladım. Almanya’da kasaba isimlerini kim verdiyse bence onun işine son vermek lazımmış. Tabi bunun için artık çok geç ama ilerde bir gün zaman makinesi bulunursa ve kullanma şansım olmazsa biri lütfen benim yerime geçmişe gidip, şu adamı durdursun. Tamam, dünyanın en önemli meselesi değil belki, bir çoğunuz Hitler’i falan durdurmaya gitmeyi daha mantıklı bulabilir ama yine de ilk durağınız bu olsun. Belki Hitler de bu garip kasaba isimlerini okumaya çalışırken delirmiştir? Olaya bir de bu açıdan bak? Kasaba isimlerini değiştirip, dünyanın bambaşka bir yer haline geldiğine tanık olabileceğini neden bu kadar uzak bir ihtimal olarak görüyorsun? Ampermoching nedir, Oberwiedenhof, Unterdummeltshausen, Pfaffenhofen an der Ilm ne olm?! Ya navigasyon olmasa, birine adres sormam gerekse bitmişim ben. Bu kasaba isimlerini söyleyene kadar vizem dolar, sınır dışı edilirim sdfsda.

“* Söri, hav ken ay go unterdumf, und, unterdumm”

Gerçi Almanya’da da bırak adres sormayı, market sormak bile sıkıntılı. Burada da genç nüfus dışında pek İngilizce bilen yok. Münih’ten çıktıktan sonra suyum bitmişti ve bir yerlerden beleş su bulma gayreti içerisindeydim. İsviçre sonrası Almanya’da çeşmesizlik sorunu başlamıştı. Hiçbir yerde çeşme yok, bazı sokaklarda ve meydanlardaki su akıtan çeşmelerin de suyunun içilmediğini öğrendim. Bir gün öncesinde dayının teki beni kilisenin bahçesine yollamış, oradan su doldurmuştum. Yine karşıma bir kilise çıkınca hemen daldım bahçesine. Sağa gittim, sola gittim çeşme yok. Hoca, papaz, rahip, rahibe falan da yok. Din başı boş bırakılmış. Kasaba da minicik bir yer, insan da yok. Derken yaşlı dayının teki beni kilisenin bahçesinde dolanırken gördü, bir şeyler söyledi. İngilizce su aradığımı söyleyince boş gözlerle baktı. Boş gözlerle de demek doğru değil aslında, bildiğin uzaylı görmüş gibi baktı bana. En son İngilizce konuşan insanı İkinci Dünya savaşında falan görmüş olmalı sfkl. Elimdeki boş şişeyi gösterip, “wasser, trink wasser (su, içme suyu)” dedim, Almanca bile öğrenmiştim yani ama dayı onu da anlamadı. Yine bir İtalyadaki Japon barmen sendromu daha yaşıyordum. “Dayı wasser wasser” diyip, şişeyi ağzıma götürüyorum ama dayı anlama yeteneğini kaybedeli çok olmuş. Şu turda insanlarla anlaşabilmenin her yolunu denedim ama bazen başarılı olamadığım durumlar oldu işte. Hay aq dayı, siktiret boş ver dedim, sesli ve Türkçe olarak. Sizden gizleyecek değilim.

Dayıyı geçince bir market bulup, marketten su almaya karar verdim. Suya para vermek gerçekten can sıkıcı ama bazen mecbur kalıyor insan. Marketlerde de sıkıntı şu, sular hep gazlı su. Soda gibi. Normal su bulmak çok zor. Tamam normal içmek için çok sorun olmuyor, idare edilebiliyor ama akşam yemek yaparken bir anda köpürüyor sdjhfs. Birkaç kez normal su buldum, üzerindeki etiketi söktüm, bir sonraki market alışverişimde üzerindekileri bire bir yazanı aldım yine gazlı çıkmıştı. Belli bir kriteri de yok arkadaş. Ya da ben çözemedim. Anlama yeteneğim kilise yanındaki dayıyla birlikte kaybolmuştu. İyi kötü bir su aldım ve yola devam ettim tabi, yapacak bir şey yok.

Ingolstadt şehrine girmek üzereyken geniş bir çayırın kenarından geçiyordum. Elinde kasa kasa biralarla, geleneksel Alman kıyafetleri giyinmiş yüzlerce genç yanımdan geçiyordu. Hatunların kıyafetleri falan o kadar güzel ki, inip hepsinin yanaklarını sıkmak istedim. Erkeklerin yanaklarıyla ilgilenmiyorum. Muhtemelen gecenin sonunda yanaklarını sıkmak istediğim hatunlar sıkacaktı o erkeklerin yanaklarını sdafkls. Bisikletle ya da yürüyerek, akın akın geçti yanımdan insanlar. Bildiğiniz Oktober Fest olayının, her şehir için ayrı bir günü varmış. Ingolstadt (yazarken bile zor arkadaş) şehrinin festivali de o güne denk gelmiş. Warmshowers evi ayarladığım ve saat artık geç olmaya başladığı için kalamadım, şarjlar sorunlu olduğu için fotoğraf çekemedim. Tüm o şen gençlerin arasından tamamen sığır gibi, gördüğüm tüm güzellikleri kendime saklayarak geçtim. Buradan size ekmek çıkmayacak. Söri meyt.

Enerji dolu gençleri görünce bana da bir enerji gelmişti. Onlar biralar ve danslarla sabah etmeye, bense Ingolstadt içinden geçerek Eichstatt tarafına doğru ilerlemeye devam ettim. Yollar da her zaman olduğu gibi çok güzel ve bu bölüme kadar genellikle düzdü. Eichstatt’a yaklaşırken birkaç eğim aştıktan sonra minik şehri görebildim. Şehrin hemen girişinde bir üniversite vardı ve orada da festival hazırlıkları yapılıyordu. Şehrin mimarisi ve sokakları, geçtiğim diğer Alman kasabalarından daha farklıydı. Güzel bir yerdi, yollar taş kaplı, taş binalar ve dar sokaklarla güzel bir havası vardı. Navigasyon sayesinde verilen adresi elimle koymuş gibi bulup, zili çaldım. Bir süre sonra genç bir eleman kapıyı açıp, beni içeri aldı. Fabian da üniversitede öğrenciydi ve kalacağım yer, bir restoran / barın üst katındaki öğrenci eviydi. 6-7 odası olan, oradan her geçen öğrencinin izler bıraktığı güzel bir yerdi. İnsanın öğrenci olup orada yaşayası geliyor sjds.

Duşumu alıp, yemeğimi yaptım ve Fabian’ın verdiği tek birayı yudumlarken muhabbete başladık. Kendimi rahat hissettiğimden midir nedir, bilmiyorum artık, turdaki en akıcı İngilizcemi konuşuyordum ve uzun uzun, her konudan sohbet ediyorduk. Almanya ve yapısına işlemiş o kuralcılık, her şeyin nizami oluşu, insanların düzeni üzerine konuştuktan sonra Fabian, geriye doğru yaslanıp “milliyetçilik olarak söylemiyorum ama Alman olmak çok güzel lan” dedi dslfsd Yani ülkenin güney batısından girdim, kuzeyine doğru ilerliyordum ve bunu neden söylediğini çok iyi anlayabiliyordum artık. Muazzam bir düzenin parçasıydı hepsi. Alman disiplini vesaire diyoruz ama hepsi bir o kadar da rahatlar. Ülkelerimizdeki ifade özgürlüğü sınırlarını konuşurken kendimi balkondan atasım geldi. Milli görüşçülerden uzak durabilirseniz, Almanya yaşanabilecek en ideal ülke bence sdlkfds. Neyse. Tur boyunca yaptığım en keyifli sohbetlerdendi.

Fabian, ertesi gün kız arkadaşıyla beraber minibüsüne atlayıp Slovakya ve Polonya taraflarına tura çıkacaktı. Evde bir sürü oda vardı. Benim gibi bisiklet turcusu olan ve şu an turda olan bir arkadaşlarının kocaman odasına yerleşip, koca yatakta krallar gibi uyudum.

Sabah kahvemizi içtik, Fabian ve arkadaşına bol bol teşekkür edip, tekrar yola koyuldum. Yine Garmin’i bir kenara atıp google haritalarına güvenmiştim. Şehrin içinden dik bir yokuşa saptıktan sonra, dik bir toprak yola girdim ama yol cidden duvar gibi ve çok dar. Bırakın sürmeyi, elimle bile çıkaramıyorum. Bir süre inatlaşıp ilerledikten sonra yol tamamen patikaya ve bisikletin sürülmesinin imkansız olduğu, anca downhill bisikletiyle iniş yapabileceğiniz türde bir yola döndü. Garmin’den sonra Google da eşeğin kulağına suyu kaçırmıştı, yine kar yağmıştı güvendiğim dağlara. Kan ter içinde bozuk bölümü geçtim ve “buraya kadar gelebildiysen biraz dinlenmen lazım” dercesine konulmuş bankta bir yarım saat kendime gelmeye çalıştım. Yokuş adeta tüm enerjimi çalmıştı. Toplasan 100 – 200 metre ancak tırmanmışımdır ama resmen dağıttı beni. Almanya’nın bisiklet yollarını överken, yine bir zalımın kör kurşununa denk gelmiş, muhtemelen oradan bisikletle geçen ilk gezgin olmuştum sdklfs. Neydi bu navigasyonların benden istediği, neydi alıp veremedikleri, neydi yol tarifi istediğim anda onları bıyık altından güldürüp “şimdi s.ktim belanı” dedirten etken? Zaten dün akşamki güzel muhabbetten sonra yine içime bir yalnızlık hissi çökmüştü. Tepede oturmuş, şehrin görüntüsüne bakıp içimdeki boşluğun büyüklüğü karşısında dehşete düşüyordum. Bir de navigasyonların acımaksızın sapladığı hançerler, tüm enerjimi, kolanın dibinde kalan son damlayı içmek için bütün ciğerlerini parçalayacak kadar içine hava çeken şişko çocuğun emdiği gibi emiklemişti. Heyhat.

Bakın orada kendimi çektiğim fotoğrafı da koyuyorum, tamamen gerçek bir ifade bu ya sdafasjsd Bütün düğmeler açılmış, derbeder olmuş. Gömlekte kuru yer yok. Orası bir çöl olsa Mecnun olduğumu iddia edecek hikayeseverler çıkar. Millet adrenalin yaşamak için Afrika’ya, Kuzey Amerika’ya falan gidiyor, ben AVRUPANIN GÖBEĞİNDE BULUYORUM O ADRENALİNİ, O ADVENTURE HİKAYESİNİ. Bu da benim cenabetliğim mi, şansım mı artık orasını bilemiyorum. Burayı bisiklet yolu olarak işaretleyen Google çalışanı kimse, tüm sülalesine rahmet okudum. Haberi olsun.

Bugün pek sürebilecek kafada olmadığıma karar verdim. Rölantide, orman içindeki toprak yolda yavaş yavaş ilerliyordum. Bira içilecek bir yer bulursam girer takılırım hissiyle ilerlerken, orman içinden çıktığım açıklıkta karşıma futbol sahası çıktı. 10-12 yaşlarında çocukların maçı vardı. Hemen gidonu oraya kırıp, restorandan bira aldım ve çocukların maçını izlemeye başladım. Bir tanesi çok iyiydi, ileride kesin futbolcu olur o, demedi demeyin bak sdlf. Bira ucuz ve benim gitmeye enerjim olmadığı için bir bira daha içtim. Bu sırada küçükler maçı bitmiş, üst sahada iddialı büyüklerin maçı başlamıştı ve çimenden tribünler dolmaya, tezahüratlar yapılmaya başlamıştı. Sosislimi ve biramı alıp, ben de çimenlere uzandım ve zevksiz geçen maçın ilk yarısını izledim. Hemen yanımda maç boyunca geyik yapıp, tezahürat yapan elemanlar, ilk yarının bitmesiyle birlikte kalkıp çıktılar. Hemen gıybete başladım ben tabi, “sizin taraftarlığınız da bu kadarmış” falan diye ama birkaç dakika sonra elinde kutuyla para toplamaya gelen dayıyı görünce anladım elemanların neden gittiğini sdfls. Benden de istediler ama anlamadım falan diyince, dayıda da İngilizce olmayınca “amaaan siktiret” dercesine bir el hareketiyle beni pas geçti sdfsd. Yoksa anlamayacak ne var işte, adam başı 3 euro topluyor herif. Neyini anlamadın, neyin g.tünü yiyim ayağı bu? ?

Biram bitince, maçın bitmesini beklemeden kalktım ve tekrar yola devam ettim. Ben kalktıktan birkaç dakika sonra gol sesi geldi. Benim gitmemi beklemiş piçler. Para vermeyene gol yokmuş resmen sşlkf. Neyse. Çantamda birkaç gün önce aldığım 5 euroluk ucuz bir viski vardı. Günü erkenden sonlandırabilecek bir yer bulup kendimi müziğe vermek istedim. Büyükçe bir mısır tarlasının arkasındaki boşluğa geçip, çadırımı kurdum. Sırtım ormana, önüm mısır tarlasına bakıyordu. Matı dışarı serip, viskiyi açtım ve kafam çakır olana kadar takıldım. Dünkü 126 kilometrenin üzerine bugün 24 kilometre yaparak kendi tezatlarıma bir yenisini daha eklemiş olmanın derin mutluluğu içinde, çadırın tavanına bakarak, fonda Erkan Oğur ile uyku moduna geçtim.

Ertesi sabah, üzerimdeki o ruhsuzluk hali sürüyordu. Yanımda yeterince su olmadığı için öğlen 1 gibi tekrar toparlanıp yola çıktım. Su olsaydı muhtemelen bir gün daha kalırdım orada. Bazen insan tamamen izole kalmak isteyebiliyor ve bu iyi bir sosyalleşme sonrasında, bir nevi denge sağlama ritüeli gibi bir şey oldu benim için. Tek başına uzun turlara çıkma niyetinde olan arkadaşlara başka turculardan bulamayacağı dev bir hizmet daha: Karakterinize bağlı olarak yalnızlığa alıştıktan sonra kalabalık, insanlara alıştıktan sonra da yalnızlık zor geliyor insana. Bunu bilin de, sonra duymadım demeyin. Hadi, gidin şimdi buradan. (Yazının geçtiği anlardaki ruh halime büründüm lan bi anda sdalfs)

İlk yorum yapan sen ol!

Anonim için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir