Bugün de Ölmedim Ana!!!

Rakımın dört haneli rakamların eşiğinde olduğu bir yükseklikte, etrafını uçsuz bucaksız dağların çevirdiği Poschiavo gölünün kenarındaydık. Muazzam bir manzaranın kalbinde yani. Her aldığın nefeste, oksijenden ciğerlerinin acıdığını hissedersin ya bazen, öylesine güzel bir yer. Gözlerimizin doğanın güzelliğinden aldığı doyumu, açtığımız müzik ve ucuz şarapla kulak ve damağımıza da yaymıştık. Koreliyi bilmem ama eğer yağmur başlamasa, sanırım gecenin ilerleyen saatlerine kadar oturur ve o hazzı yaşardım. Zaten herif geç kalktığı için geç kalma derdim de yoktu malum dashjkfsd Yağmur başlayınca çadıra geçip, müzik keyfine çadırın tentesine vurup tempo tutan yağmur eşliğinde devam ettim.

Normalde her şey bu kadar iyi giderken, huzur içinde uyumam ve sabaha bomba gibi uyanmam gerekiyordu ama yine o tanıdık kabusum geri döndü ve gece uykusuzluğu çarptı beni. Saatlerce uyuyamadım. Dışarı çıktım, karanlıkta biraz dolaştım. Geri döndüm, sağa döndüm, sola döndüm. Tur boyunca uykusuz gecelerde uyku öncesi ninni rolünde başrolü verdiğim ve en lanetli gecelerde yardımıma koşan Erkan Oğur ve İ. Hakkı Demircioğlu’nun beraber yaptıkları albüm bile fayda etmedi. Hakkı abim, “Zeynebim, Zeynebim” diye türkü çığırdı, ki bu şarkının uyutma gücü yüz üzerinden yüz elli falandır ama o bile kar etmedi. 90+4’te penaltı yaptırıp, takımın finali kaybetmesini sağlayan oyuncunun huzursuzluğu vardı üzerimde. Uzun süre uyuyamadım ve gün ağardığında kendimi çadırdan dışarı attım. Koreli’nin yine geç kalkabileceğini düşündüğüm için, hesapta bugün ben de kafama göre takılacaktım, geç kalkacaktım, keyfini çıkaracaktım, çadırın içinden bacakları uzatıp, kahvemi ve kırk yılda bir tükettiğim sigaramı tüttürecektim, yayaye koko cambo şarkısı eşliğinde çadır keyfisi yapacaktım.

Ama yine saat 7 gibi kahvaltımı yapmış ve çadırı toplamış bir şekilde beklemeye başlamıştım. Tam bir sığırdım yani. “Bile bile lades” kalıbının hakkını veriyordum. Gecenin huzursuzluğunu atmaya çalışıyordum ama Koreli’nin çadırından tek bir hareket bile görememek, bu konuda bana hiç yardımcı olmuyordu. Uyuyamamış, buna rağmen erkenden kalkmış ve saat 9’da kedi gibi uyuyan Korelinin kalkmasını bekliyorum. Ellerimi açıp, dizlerimin üzerine çöktüm ve bizi çevreleyen dağlara haykırdım: “ben nasıl yanmayayım dağlar?!” sdskj

Bugün hedefimiz, yolumuzun üzerindeki 2330 rakımdaki Passo Bernina’yı aşıp, Celerina’ya ulaşmaktı. O civarda konaklayıp, gideceğimiz yolu orada seçecektik. Sola dönsek ünlü bir kayak merkezi olan St. Moritz şehri, sağa dönsek Samedan’a gidecektik ve hangi yolu seçersek seçelim, önümüze başka bir yüksek Alp geçidi daha çıkacaktı. Zaten şehrin ünlü bir kayak merkezi olmasından ne kadar yükseklerde olacağımız da belli tabi sdfkls. İsviçre Alplerinin ortasındaydık nihayetinde. Ne tarafı seçersen seç, karşında kocaman bir dağ var.

Koreli hazırlanıp yola çıktığımızda saatler yine 11 civarına geliyordu. Gölü ardımızda bıraktığımız anda tırmanış tekrardan başladı. Bu tırmanış, diğer geçtiğimiz geçitlerden farklı olarak, fazla zigzag olmadan, dağın yamacından paralel olarak yükseliyordu. Zigzaglı tırmanışları daha çok seviyorum açıkçası. Daha önce de söylediğim gibi, karşımda hiç bitmeyecekmiş gibi görünen dümdüz bir eğim, bazen psikolojik olarak sorun yaratabiliyor bana. Eğim, bazı bölümlerde %16 gibi ağlatan seviyelere çıksa da, ortalama olarak %7 – %8 gibi bir eğimle tırmanıyorduk. Artık o kadar çok tırmanış yapmıştım ki, %7 gayet normal geliyordu. Manzaraları izlerken zaten tırmanışın nasıl bittiğini çoğu zaman anlamıyorsun bile. Tabi her şeye rağmen yanından teyze yaşta bisikletçi ablalar geçince insan bi kendini kötü hissetmiyor değil.

Belli bir yüksekliğe ulaşana kadar yine her taraf yemyeşil çimenler ve ormanlıklarla kaplıydı. Burası Stelvio kadar ünlü olmadığı için araç geçişi de çok azdı. Stelvio’da bazı dönüşlerde trafik bile oluyordu. Buradaki ek faktör, sürekli geriden gelen Koreli olduğu için, ben de ara çok açıldığında durup manzaranın tadını çıkarıyordum. Durmak, dinlenmek ve manzara izlemek için çok güzel olsa da, durduğun gibi doğanın tüm acımasızlığını gösterircesine yükselen karlı dağlardan esen soğuk hava da iliklerine kadar işliyordu. Birkaç kez durduktan sonra üzerimi değiştirip, montu giydim.

Tırmanışın ortalarında, İtalya tarafından bağlanan yoldan iki turcunun daha bizim çıktığımız zirveye doğru giden yola girdiğini gördüm. Biri erkek, biri kadın, arkalarında da büyükçe bir romörk vardı. Koreliyle takılmanın verdiği özgüven vardı sanırım üzerimde, “ben bunları yakalarım” diye geçirdim içimden. Yani uzaktan giden ve yaşlı oldukları her hallerinden belli olan ve üstelik uzaktan bile belli olabilecek bir dağ bisikletiyle zirveye tırmanan iki kişiyi görünce yakalarmış gibi hissediyor insan kendini. Hani daha yeni Stelvio aşmışız ya, kıçımız fazla havada. Tabi bir de Koreli faktörü var. Adam sürekli geride. Kendimi iyi tırmanıyor sanıyorum sdafhjks. Neyse, bir saat falan geçti ama ben bunları yakalayamadım. Artık umudumu kaybetmiş, yenilgiyi kabullenmiş bir şekilde ilerlerken virajı döndüm ve kenarda çiş molası verdiklerini görünce yanlarında durdum. Selamun aleyküm aleyküm selam fasıllarını geçip (:P) tanıştık, muhabbete başladık. Ablanın kullandığı bisikletin arkasındaki romörk çocuk aracıymış, çocukları da arkalarında, iki haftalık yıllık izne çıkmışlar. Tüm cesaret edemeyen Türk ailelerine duyurulur. Tabi ben hala bunların nasıl bu kadar iyi çıktığını düşünürken anladım ki, bisikletler akülü. Vay, dedim, piçlere bak sen! Gözümde şimşek çaktı bir anda.

Slovenya’da beni sürekli geçen teyzeler geldi gözümün önüne. Ve onların bisikletlerindeki sele altı borusunun kalınlığı… Vay sürtükler, dedim. Psikolojimi bozdunuz aq, dedim.

Neyse, muhabbetimizi ettik ve ufaktan onlar aküleri bağladılar ve yollarına devam ettiler. Onlar da Stelvio’yu çıkmışlar ve sonra Bormio’dan farklı bir geçide tırmanıp, buraya bağlanmışlar. Aslında benim de aklımda o geçit vardı tura çıkmadan önce ama aklımda İsviçre olmadığı için onu elemiştim. Velhasıl çok tatlı insanlardı ama o aralarda şarjım olmadığı için fotoğrafları yok. Çıkış boyunca sadece birkaç kez fotoğraf çekebildim. Hava da çok açık olmadığı için güneş paneli hiçbir işe yaramadı.

Bir saat civarı daha tırmantıktan sonra zirveye ulaştık. Zirve çok soğuk ve rüzgarlıydı. Oralarda bisiklet sürmeye gidecek erkekler varsa hazırlıklı gitsinler diye yazıyorum bunları bak. Sonra gider, üşütürseniz sorumluluk kabul etmem, takmam, umursamam.

Zirvede yaptığımız muhabbetten sonra diğer karşımıza çıkabilecek geçitleri hesapladık ve St. Moritz’e değil de, Samedan tarafına gitmeye karar verdik. Niyetimiz, sağ sağlim bir şekilde Lişteynşktabnaöçhö isimli adını yazamadığım ve söyleyemediğim 35 dönüm civarında olduğunu tahmin ettiğim ülkemsi kara parçasına ulaşmaktı. Samedan tarafından gidersek önümüzde sadece bir dağ geçidi daha kalıyordu. St. Moritz tarafından gidersek irili ufaklı birkaç geçit daha vardı. Aslında oralara kadar gitmişken ne girerse girsin kafasındaydım ama Koreli ile birlikte geçit tırmanma işi de beni düşündürüyordu. Samedan olsun, çamurdan olsun dedik ve inişe geçtik.

İnişlerde biraz fazla hızlı olduğum doğrudur. Yani yüklü bisikletli birine göre fazla hızlı iniyorum, kabul. Önümü ve döneceğim virajı gördükten sonra biraz adrenaline hayır demem. Normalde tabii ki #hayır derim ama böyle bir durumda demem (gözkırpmaefekti). Velhasıl, ben yine her zaman olduğu gibi yardırmasyon şeklinde inerken, bir anda aklıma Koreli geldi. Yavaşladım, arkama baktım, ki hava açıktı ve yamaçtan indiğimiz için birkaç kilometrelik alanı görebiliyordum ama Koreli yoktu. Düştü mü falan diye bir panikledim, hemen durup kenara çektim. Birkaç dakika bekleyip, gelmezse geri tırmanacaktım. 3-4 dakika sonra geldi. Vay babayın şarap teknesine dedim. Çıkarken hadi bekliyoruz da, inerken de beklenir mi ya? sdnjkfs. Hayır, biliyorum, çoğunuz “e bekleme aq” diyor da, biz abilerimizden böyle görmedik, arkada adam bırakılmaz. Ya başına bir şey gelse ve ben bunu tamamen indikten sonra fark etsem? Çok büyük sorumluluk. Bir kere beraber yola devam etmeye karar verdiysen, ayrılana kadar devam edecek ve birbirinden sorumlu olacaksın. En azından benim yaklaşımım böyleydi ve o yüzden bekledim. Sürekli bekledim. Yavaş indim. Hem, yavaş inince ben de güvenli oluyorum, dedim, kendimi kandırdım.

Bir şekilde, sağ sağlim aşağı indik ve hemen sapaktaki Celerina’da alışveriş yaptık. Yeni bir ülkeye girmek ve yeni paralarla muhatap olmak hep sıkıntılı. Yeni ülkede ilk alışveriş hep problemdir, aklınızda bulunsun. Gidip para çektik. Hadi kuru biliyoruz da, bu hızla gidersek kaç gün kalacağımızı ve marketlerdeki fiyatları bilmiyoruz. Şu meşhur İsviçre bankalarını da böylece görmüş olduk. Bir numarası yok. Onlar da geçiriyor. Alışverişimizi yaptık ve bu sırada yakınlardaki Sinegog’dan yahudi abiler geldiler. Hani şu favorilerinin oradan kuyruk sarkan abiler. Bir tanesi çok ilgiliydi, bizimle muhabbete başladı. Nerden gelir, nereye gidersin ey yolcu muhabbetlerini yaptıktan sonra, bizim Koreli adama “kulağının yanından neden saçın sarkıyor?” gibisinden bir şey söyledi. dsajklfas. İmansız bir insan olabilirim ama dinlere saygım var, normalde çok pis gülerdim. Adam bana baktı, Koreli’ye baktı. “eeeee, biz yahudiyiz” (cuviş) dedi. Koreli anlamadı, “ne?” dedi, tam bir sığır gibi dskljsd. Adam tekrar anlattı Yahudi olduğunu ama Koreli yine anlamadı. Adama baktım, “abicim kusura bakma” dedim ve Koreli’ye döndüm. “Hitleri tanıyor musun aq?” dedim, “haaaaaaaa” dedi. dsjklfsdfsdlfsd Yahudileri anlatabilmek için adama bir soykırımı hatırlatmam gerekti aq.

Bak şimdi, Koreli’nin anlamadığı bir şey var ama benim de yanlış söyleyip saçmalığa yol açtığım bir muhabbet olmadı değil. Adam bizim bisikletle geziyor olmamızdan çok hoşlandığı için soru yağmuruna tutuyor bizi. Bir günde en çok kaç kilometre gittiniz dedi, Koreli’den bir numara çıkmayınca -ki aranızda çıkmasını bekleyen yoktur sanıyorum- ben Parma’dan Garda gölüne gittiğim günde yaptığım 152 kilometreden bahsettim. Yani ben bahsettim sanıyordum ama “van handırıd fifti tu (152)” diyeceğime, nasıl olmuşsa “van tauzınd fifti tu (1052)” demişim. Adamın gözleri açıldı dsfjlasf. “İmkansız!” diyor. “Yahu yaptım!” diye üsteliyorum. “Bu mümkün değil, nasıl mümkün olabilir, aklım almıyor” falan diyor, “ya yol dümdüzdü” falan diye yürüyorum tüm şişmiş özgüvenimle. En sonunda adamın gerçekten bu kadar inanamamasına şaşırıp, kendimden şüphe duymaya başladım ve adama “ben kaç dedim aq” diye sordum dsafjklsdf. Of rezalet. “1052 dedin” dedi o kulaklarının yanından salınan saçları sallayarak. “Yok kanka yanlış telafuz etmişim, handırıd o handırıd” diyince adamın gözleri düştü. “Amaaan ben de bir şey sanmıştım aq” dercesine, 152 kilometremi küçümser bir şekilde konuyu değiştirdi piç. Biraz daha muhabbetten sonra ayrılınca Koreli’ye döndüm, “lan oğlum 1000 demişim, neden uyarmıyorsun aq” diye terslendim. Bunu daha önce söyledim mi bilmiyorum ama Koreli ile geçen “aq” muhabbetlerinde o lafı genelde gerçekten söylüyordum dsfjksd. Ona da söyledim anlamını, “biz lanet olası Türkler genelde kullanırız bunu” dedim, “tam bir tamamlayıcı niteliğindedir” dedim. Anlamadı tabi aq. dsklfsd.

Biz tekrar yola koyulup, kamp yapmaya yer aramaya başladık ama bu arada havada dehşet bir rüzgar ve rüzgarla birlikte dağlardan gelen efsane bir soğuk var. Kıçım donuyor adeta. İnsanların koşu yapıp, bisiklete bindiği parklardan birine doğru girdik, ağaçlık bir bölümde rüzgar almayan bir yerde durduk. Az ötemizde müthiş bir göl kıyısı ve muazzam bir çimenlik varken, biz Koreli kardeşimiz çekiniyor diye, yerlerde hayvan pislikleri olan saçma sapan bir çalılığın içinde kampımızı kurduk. Az ötede yemyeşil çimenler, masalar, barbeküler ve hazır kırılmış odunlar varken biz at boklarının içinde çadırımızı kurduk. Harika bir seçim, teşekkürler.

Yemeğimizi yapıp, şarap faslına geçtik ve ben yine müziğimi açtım. Koreli, çok insan olduğu için müziği kapatmamın daha doğru olacağını söyledi ama bana pek mantıklı gelmediği için kapatmadım sdfdsj. Çünkü insanlar bizi fark edebilir ve şikayet edebilirlermiş. dsjkl. Rakım 1800 küsür civarındaydı, donuyordum, insanların bizi şikayet etmesi ve geceyi karakolda geçirmek işime bile gelirdi sdfısd. İlk kez bu kadar yüksekte kamp yapıyordum ve abartmıyorum, gerçekten çok üşüyordum. Üzerime ne varsa giydim ama hala üşüyordum. Tur boyunca titrediğim en gerçek gündü sanırım. Geceyle beraber karlı dağların tüm soğuğu aşağı çökmüştü ve hepsi benim vücuduma sızmak için birbiriyle yarışıyordu. O an aklıma, taşıdığım onlarca gereksiz eşya arasındaki “belki gerekli olabilir”ler köşesindeki termal battaniye geldi. Sayın Osman Kıtay’ın zorla verdiği bu zımbırtının işime bu kadar yarayabileceğini hiç düşünmüyordum. Denizcilerin, buz gibi denize düşen ya da çok ciddi bir soğuğa maruz kalan biri için kullandığı hayat kurtaran malzemelerdendi ve ben, şu an çok ciddi bir soğukla sınanıyordum. Donuyordum lan. Ağustosun ortasında donmak ne demek kardeşim sadfjklasd. Çantaları tamamen boşaltıp, üzerime giyilebilecek ne varsa giydim ve termal battaniyeye sarıldım. Dürüm yaptım kendimi. Her sağa sola dönüşümde haşır huşur sesler çıkartsam, gece işemeye kalkarken işkence çeksem de; BUGÜN DE ÖLMEDİM ANA!!! sdlfjsadfsd

İlk yorum yapan sen ol!

Anonim için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir