Ey Gidi Po Ovası, İçmem Suyundan, İçmem…

Evet, iki kez göçük yolla karşılaşmış ve sonunda yol kenarında, yine bir vatandaşın bahçesinde, bir ağacın dibinde çadırımı kurmuştum. Vatandaş bahçesinde çadır kurmak beni hep endişelendiriyor. Dağda bayırda sorun yok ama bir anda özel mülke izinsiz girmekle suçlanma ihtimali var. O yüzden vatandaş bahçesinde kamp yapmak zorunda kaldığımda erkenden kalkar ve tüyerim ortamdan. İz bırakmam, iz bırakanlar unutulmaz dsufa. Günün şakası bu. Bundan sonra şaka yok.

Niyetim yine erkenden kaçmaktı ama havanın başka planları varmış. Tam çantaları çıkarttım, uyku tulumu ve matları toparlıyorum derken yağmur başladı. Öyle böyle de yağmıyor namussuz. Tekrar daldım çadırın içine ve beklemeye başladım. Dün, tüm elektroniklerin şarjı da bitince, ertesi gün güneş paneliyle şarjları doldururum diyordum, o plan da patladı. Yaklaşık bir saat civarı sağanak yağan yağmur hafifleyince, hızlı bir şekilde çadırı toparlayıp yola koyuldum.

Amacım ilk gördüğüm kafeye girip, bir sabah kahvesiyle beraber, asıl hain planım olan şarjları doldurmaktı. Bir benzinlikte kafe buldum ve içeri girer girmez yağmur yine coştu. İşin dramatik yanı, devam ettiğim yol 1500 küsürlük bir geçide gidiyor ve bu sucuk halimde, yükseklerde mantara bağlama ihtimali ufaktan beni korkutuyordu. Ortalık iyice kararmış, yağmurdan göz gözü görmez bir haldeyken ben bir priz bulup, kısa bir süreliğine de olsa Garmin’i şarj edebildim. Memelerinin neredeyse tamamı açık olan işletmeci ablanın sorgulayan bakışlarından rahatsız olduğum için yağmur hafifleyince tekrar yola çıktım. İtalya’da işletmeci ablaların tamamında meme dekoltesi olmazsa olmaz gibi. Meme dekoltesi olan biri gördüğünüzde, ne iş yaptığını sormanıza gerek yok. Yüksek ihtimalle barda, kafede falan çalışıyordur.

Velhasıl, yola çıktıktan bir süre sonra yağmur tekrar coştu ve şansıma yol kenarında ufak bir bar, restoran ya da ona benzer bir şey vardı. Bisikleti kapıda bırakıp içeri daldım. Gözüm önce kasanın arkasındakine, sonra boşta duran prizlere kaydı otomatik olarak. Kasanın arkasındaki oldukça yaşlıydı ve meme dekoltesi yoktu. Bunun için tanrıya şükür edebiliriz. Hatta aslında ben teyzeyi ilk gördüğümde, amca sandım. Baya amca gibi çünkü. Saçlar falan da kısa. Yüz hatları da amcamsı. E, meme dekoltesi de yok (tekrar şükür edelim). Kesin amcadır bu, dedim ama teyze çıktı.

Teyzecim dedim, bana oradan bir panini ayarla lütfen. Panini, bildiğin sandviç. Teyzem, ısrarla paniniyi neyli istediğimi soruyor ama seçenekleri sayarken ne dediğini anlamıyorum doğal olarak. Teyze doldur bir şeyler, dedim, en sevdiğim dil olan tarzancayla. Yarı Türkçe, yarı İngilizce, 1/8 kadar da İtalyanca. Tabi teyze de hiçbirini anlamadı. Uğraştırma beni işte. Ne gelse yerim. Açım ve şarjım yok. Bir şekilde içeri gidip doğaçlama takılması gerektiğini yaklaşık üç dakika sonra anlatabildim. Teyze içeri gider gitmez, şarjı taktım, bir de güzel meyve suyuyla, yağmurun tamamen gökyüzünü terk etmesini bekledim.

Yağmur durunca ve şarj beni idare edebilecek seviyeye gelince, teyzeyle helalleşip, günün tırmanışına başladım. Yaklaşık 15 kilometre uzunluğunda olan, oldukça keyifli bir tırmanış oldu. Çok zor değildi, çok kolay da değildi. Tatlı sert diyelim. Yokuşu çıkarken, benim gibi tur yapan bir sürü bisikletçi geldi geçti ama hepsi karşı istikametten geliyorlardı. Şu ana kadar benimle aynı istikamette giden tek bir bisikletçi bile görememiştim.

Zirveye varmaya yakın, öğle yemeği saati geldiği için, bir kenarda durup şekilli bir makarna yaptım. Güneş de kendini gösterince, ıslak montları falan da bir güzel serdim güneşe. Dayadım sırtımı güneşe, manzaraya karşı makarnayı yuvarladım. ay lav san.

Yemek faslı da bitince, enerji de yerine geldi ve zaten az kalan tırmanışı hemen bitirdim. İtalya’daki en güzel şeylerden biri de, her zirvede ve geçitte güzel restoranlar olması. Yine bir restoran görünce dayanamadım, belki şurada güzel bir şarap vardır, diye düşünüp daldım içeri. İçeride bir papazla bir rahibe, bir de motorcu çift vardı. Prize yakın bir yere oturup, fiyatlara baktım. Yarım litre şarap 4 euro yazıyordu sdklf. Şaka mısınız lan? Restoran burası, azıcık geçirin, biz alışık değiliz böyle ucuz fiyatlara. Bir Türkiyeli olarak en az 50 lira vermem gerekiyor benim sirke gibi şaraplara. Yoksa katiyen rahat edemem.

Neyse, hanım abla geldi (burası restoran, burada meme yok), ne içersin dedi, “yarım kilo şarap” dedim. Ucuz bulunca coştum tabi. Yarım kilo ne aq?! Bir süre sonra bir sürahi ve bir bardak ile şarabım geldi. Şarap, şarap değil, bildiğin cennet suyu. Biz Türkiye’de şarap içtiğimizi sanıyoruz. Adamlar burada bedavaya, bizdeki en kral şaraplardan daha iyilerini içiyorlar. Yıkarım lan bu masayı dedim ve yıktım. Şaka lan, yapar mıyım öyle şey.

Yavaşça yudumlayarak, tadını çıkara çıkara yuvarladım şarabı. Şarapta en sevdiğim şey, ağızda bıraktığı o mayhoşluk. Tatlı şarapları sevmiyorum. Böyle biraz buracak ağzını, kadifemsi bir tat bırakacak damağında. ÖFFF. Tam sevdiğim gibiydi. Bitince bi tane daha istesem mi diye düşündüm, sonra dedim, yok artık Lebron Cems. Az sonra downhill yapacakken, daha fazlası olmazdı. Olmadı.

Kasaya gittim, çek piliz dedim, ekrana baktı hanım abla, sonra kızına döndü, sen bu herife çeyrek mi verdin, dedi, o da, evet, dedi. Bana iki euro hesap çıkarttılar. Yarım gelmemiş, çeyrek gelmiş meğer. Benim göz kararım hakkında iyi bir fikir sahibi olduğunuzu düşünüyorum artık sdahfsd. Neyse, yetmişti çeyrek. Verdim iki euroyu ve mutlu bir şekilde ayrıldım oradan.

Eşşek gibi tırmanmıştım ve şimdi kendimi inişe bırakıp, keyif yapma vaktiydi. Umarsızca saldım bisikleti yokuştan aşağı. Yarıl yarıl gidiyordum ve karşı taraftan turcular gelmeye devam ediyordu. Bazıları “ne kadar var yokuşun bitişine” gibisinden bir şeyler sormaya çalışıyordu ama sadece sorunun başını duyabiliyordum. Çıkınca görürsün ne kadar kaldığını sdjlfsd. Velhasıl, bir süre indikten sonra tekrar çıkış başladı. Öyle ufak falan da değil hani. İki kez yaklaşık 200-300’er metre rakım daha yükseldim. Bu da birkaç kilometrelik yol eder. Yaldır yaldır inme hayalleriyle yaşarken, önüne tırmanış çıkması biraz can sıkıcı oluyor. Çıkış bölümlerinde yol kenarındaki böğürtlen ve kırmızı erik ağaçları, çıkış bölümünü en azından mide açısından eğlenceli kılıyordu.

İniş bittikten sonra Parma’ya ulaşacaktım. Orada da warmshowers, couchsurfing, ucuz otel falan baktık ama kimse beni istemedi. Ucuz otel zaten yok. Bir memlekette hostel kültürü olmaz mı arkadaş ya. Tekrar ovaya inmiş olmanın moral bozukluğunun üzerine, bir de kalacak yer bulamamış olmak iyice canımı sıktı. Parma şehir merkezine ulaşmak üzereydim ama kamp yapabileceğim hiçbir yer bulamıyordum. Üstelik çadır da sabahki yağmurdan dolayı sırılsıklamdı. Mutsuzluk.

Yol kenarında yine bir vatandaşa ait genişçe bir tarla görünce attım kendimi oraya. En azından hazır güneş varken biraz güneş panelini kullanalım, hem de çadırı kurutayım derdindeyim ama içten içe de ortamı kesiyorum, bakalım burada durunca gelen giden olacak mı, çadırı nereye kursam yoldan daha az görünür falan diye sdahufs. Mini çakal.

Güneş artık batmaya yakınken, çadırı yoldan görünmeyecek şekilde kurdum. Bu saklambaç işi canımı sıkmıştı. Oteller pahalı, warmshowers yok, çadırı kurabileceğin sakin bir yer yok. Ova kısmını kafamda bitirmiştim. Şalter attı ve ertesi sabah erkenden kalkıp, hızlıca toparlanıp ve kısa bir Parma turunun ardından, tüm ovayı tek günde geçme kararı aldım. Hell Yeaaahh!

Sabah kalktım ve hızlıca toparlandım. Garmin’e rotayı girdim, 200 kilometre civarı gösteriyor. Yok artık Garmin James. Sikseler yapamam dsaufad. Tabi bu lanet olası hep ara yollara girdiği için rakam uzuyor. Normalde hiç anayol kullanmıyorum ama bu sefer yeminimi bozdum, Garmin’in navigasyonunu kapadım ve anayolu takip ederek Parma’ya ulaştım. Şehrin girişinde Parma stadını görünce oraya daldım hemen. İlk gittiğim avrupa kupası maçı Parma ile oynanmıştı. Sene 1998. İlk maçı Moldovan’ın golüyle almış, ikinci maçta Saffet kendi kalesine gol atınca maç çözülmüş, ve 3-1 kaybetmiştik. O kaleye baktım, yapma Saffet dedim. O sene bizi zorla eleyen Parma, UEFA kupasını almıştı. Hey gidi.

Anıları geride bırakıp Parma şehir merkezini gezdim. O kadar İtalyan şehri gezdik, her şehirde koca koca katedraller var ve hiçbirisine girmemişim. Bari burada birine gireyim de, millet sövmesin bana diye düşünüp, kapısını açık gördüğüm bir katedrale daldım. İçerideki dayı hemen şapkanı çıkar ulan ayı, şeklinde uyardı beni. Kardeşim hayatımızda katedral mi gördük, ne kızıyorsun hemen. Güzel duvar boyamaları, ciyzıs kıraystlar, meryem analar falan. Evet, çok güzel. Artık yola devam edebilirim. Tarih severler unfollow dskfdsalk Maçı bir paragraf anlattı, katedralin adını bile yazmadı herif sdufads. Bana kalsa tüm yazıyı maça ayırabilirdim tabi. Sol kanattan gelen ortaya, Moldovan’ın okul tarafındaki kaleye sağ çaprazdan çaktığı vole hala gözümün önünde çünkü. sdfsa Neyse, tamam, anlatmıyorum futbol.

Tekrar anayolu bulup yol üzerindeki ilk şehir olan Mantova’ya doğru yapıştırdım. Yollar dümdüz olduğu için hızım 20’nin altına hiç düşmüyordu. Yol üzerinde kısa molalar verdikten sonra öğle saatlerinde Mantova’ya ulaştım. Niyetim akşama kadar Garda gölüne ulaşmak olduğu için hızlı davranmalıydım ve yemek yapmaya ayıracak zamanım yoktu. (günde 5 euroya dünyayı gezebilenler unfollow sdjfsda)

Mantova içindeki bir pizzacıya oturdum. Pizzacı dayı da şeker gibi adam çıktı. Pizza da on numara. İlk yediğim pizza malum, sadece margaritalıydı ama burada acımadım, şekilli mantarlı bir şey söyledim. Dayı övdü kendini, sipesyalim bu benim, dedi. Yapıştır gelsin dayım benim. Dün zirvede içtiğim şarabın tadı hala damağımda olduğundan, dolaptaki ufak boyutlu şaraplardan alayım da, pizzama eşlik etsinler dedim. Şarabı açtım ve pıssst diye bir ses çıktı. O ne lan? Kola mı aldım falan derken baktım, bildiğin şarap ama asitli şarap. O nasıl çirkin bir şey anlatamam. Adamların güzel şarap içmekten beyni yanmış, bunu biraz da kötüleştirelim de, şarap fakiri ülkelerden gelenler kendilerini yabancı hissetmesin demişler. Gerçekten bizim sirke şaraplar bile daha lezzetli. Zor bela bitirip, ağzımın tadı yerine gelsin diye bir bira istedim. Şarap iki euro, bira üç euro. Yahu dayı dedim, bu nasıl iş, neden bira bu kadar pahalı?! Vergiydi bilmem ne, ağladı bir sürü. Neyse dedim, hesabı istedim. Hesapta da bana güzellik yaptı, öpüşerek vedalaştık.

Mantova’dan çıktığımda, yolun yarısına gelmiştim. Tekrar anayolu bulup, hiç yavaşlamadan, üzüm tarlalarının aralarından geçerek, havanın kararmasına yakın Garda gölüne ulaştım. Hava kararmak üzereydi, göl kenarları büyük işletmeler tarafından kapatılmıştı ve ben, çaresiz bir şekilde, yine bir vatandaş bahçesinde, gizli saklı bir şekilde çadırımı kurmuş, yapmış olduğum 152 kilometrelik yolun yorgunluğunu atma umuduyla makarnamı yapıyordum.

Bir yandan da bahçe sahibinin gelme telaşı, yusuflara yusuf katıyordu… :(

2 Yorum
  1. Yunus dedi ki:

    Livorno dan sonra Parma. Gittiğin şehirlerde stadlara uğramam benim için çok keyifli. Futbol tribün kültürü olan insanlar için çok daha güzel olmuş bu tur. Parma nın o sezonki kadrosu ağır efsaneydi. UEFA kupasının Real Madrid diydi adamlar. Çok iyi kadroydu. O günleri yaşayan Parma sonra çok düştü ekonomik kriz falan baya alt liglere düştüler sonra çıktılar geri. Parma nın stadı gibi eski mimari İtalyan stadlarına hastayım.

Anonim için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir