“abicim vino diyorum, vino!”

Kıçımı tramvaydan kurtarmış, huzur dolmuştum ama hala Po ovasındaydım. Venedik’in kenar mahallelerinden, kaybedenlerin, fakirlerin, işçilerin, göçmenlerin arasından geçerek yine Garmin’in benim için seçtiği herhangi bir yola girdim. Nasıl olsa bu bölümde istesem de yokuş bulamazdım ve Garmin’in benim için yapabileceği fazla bir sürpriz yoktu.

Pazar günü olduğu için açık market bulamayacağımı biliyordum zaten de, en azından su alacak, belki bir bira içebilecek bir yer bulabileceğimi umuyordum ama her yer kapalı. Aga marketleri anladık da, barlar niye kapalı olur? Ne yatış sever bir milletsiniz olm siz. Onu da geçtim, sokaklarda insan yok. Bir sürü köy, kasaba geçiyorum ama civarda insan yok. Suyum bitti bitecek, satın alabileceğim bir yer yok, ona hadi tamam dedik, adamların marketleri kapalı ama görüp isteyebileceğim birisi de yok.

Bütün evler koca bahçeler içinde ve bahçenin en gerisinde ve bahçelerde canlı olarak sadece ot ve köpek var. Bir insan evladı olmaz mı lan koca şehirlerde. Ha, arada bir insan görüyorum da, onlar da kaldırımda gereksiz yürüyenler, bisiklete binenler falan. Bana yararı olabilecek bir insan evladı yok. Umutsuz bir şekilde sürerken bir tane açık bara denk geldim. Oh, dedim. Sonunda be, dedim. Bisikleti kapının önüne kilitleyip içeri daldım. Asyalı/Uzak doğulu barmen. Mis. Bir önceki yazıda dediğim gibi, açık bir yer varsa ya Asyalı, ya Hint, ya Türk ya da Arap. Bu sefer çekik gözlüsüne denk geldim.

O ana kadar girdiğim, yanından geçerken gördüğüm tüm barlarda millet bira yerine şarap içiyordu. Bu sefer ben de şarap içeyim bari dedim. Uzak doğulu kankime yanaştım, İtalyanca karşıladı beni. Boncorno’mu yapıştırdım hemen, o kadar cahil değiliz. Sonra ikinci kendimi cahil olarak görmediğim kelime olarak “vino” dedim. Vine, şarap, vino. Adam, hayatında ilk kez böyle bir kelime duymuş gibi baktı yüzüme. Vino diyorum. Bakmaya devam ediyor. Vine? Aynı anlamsız bakış. OF. Abicim ben de İtalya’nın güneyindenim belki, belki şivem değişik? Belki bizim köyde böyle deniyor. Yani birisi bana bara gelip “şorep” dese yüzüne mal gibi bakmam. Şorep, şirip, şurup, şuruf. Bara gelip, içinde bu harfler geçen bir şeyler söyleyen herhangi bir adamın şarap içebileceğini anlamak bu kadar zor olmamalı. Viğnno! diye vurguladım tam bir İtalyan gibi. Yine bakıyor yüzüme alık alık.

En sonunda elimi uzattım, “aha bu bu” dedim, Türkçe olarak… Şişeyi tuttu, yine yüzüme baktı asudslds. Ellaaam bir kabus gibi. Neyse, en azından şişede anlaştık ama ortam loş, şarap beyaz mı yoksa kırmızı mı anlayamıyorum. Red? dedim baktı, Rosso? dedim baktı, Kırmızı? dedim baktı. Bu sefer ben baktım. Bira ver bana aq, dedim. Onu anladı yavşak. sdljfdsafkj

İtalya pek bira ülkesi olmadığı için, birayı da şampanya bardağı gibi bardakta veriyorlar. 20’lik bira mı olur lan?! Bira dedim, 20’lik koydu önüme, grande grande dedim, ki ikinci grande’de verdiği yudumluk bira bitmişti. Bu her yerde böyle. Büyük istediğini söylemezsen gargara suyu kadar birayı koyuyorlar önüne. Bir de o kadarcık biraya 2 euro istiyorlar. Büyüğü de 4 euro. Kol böreği maşallah. Ben o paraya Balkanlarda sarhoş oluyordum.

Tabi ben 6 euroyu göz açıp kapatıncaya kadar yok edince, tüm mataraları çaktım buna. Su lazım dedim. Anlamadı ama hareket dilini devreye soktum. Acqua ulan işte! Suları fulleyip tekrar yola koyuldum, kimselerin olmadığı sokaklara, yatacak yer bulunmayan ovalara,  her yanı “girmek yasaktır” yazılı tarlalara…

Çadır kurabilecek tek yer bulamadım ve hava da iyice kararmaya başlamıştı. İnternette yok tabi. Balkanlardaki marangozda bile internet buluyorsun ama İtalyadaki barlarda internet yok. Yani bir çoğunda yok. Olanlar da çok lüks yerler oluyor. Tabi ben oralara girmedim, önünden geçerken telefon uyardı “kablosuz ağ var, yapış” diye. Hepsi de şifreli olduğu için genel olarak internet bir kabus oldu İtalya’da. Neyse. İnternet olmadığı için kalmak için uygun bir otel falan da bakamıyorum. Garmin’in database’indeki en yakın otele doğru süreyim bari dedim. Zira hava kararmış ve Rovigo diye ufak bir şehire gelmiştim.

İtalya’ya girene kadar nerede kamp yapacağımı pek önemsemiyordum. Zira kamp yeri bol diğer memleketlerde. Evlerin yanına da kursan sorun olmaz ama buradaki şehirler büyük. Kalabalık. Göçmeni bol. İnsan kendini ister istemez güvensiz hissediyor. Mecbur kalmıştım yani otele bayılmaya. Belki de değildim ama kendimi öyle hissettim. Her zaman bir seçenek vardır ama ben, o seçenekleri zorlamak konusunda bazen pek iyi değilim. Genelde sorunları kendim çözmeyi seviyorum. Yardım istemek pek bana göre değil. Keza İtalya’da da o ana kadar pek fazla İngilizce bilen birini görmedim. Nasıl yardım isteyeceğimi de bilmiyorum. Yolda bir otel gördüm, standart, ufak, çok bir albenisi olmayan bir otel. Bir fiyat söyledi, tüm otel mi? diye sordum kadına. Anlamadı tabi. Apar topar çıktım oradan.

Kararmış havaya inat şehrin içine doğru sürmeye devam ettim. Yol kenarında bir tane daha gördüm, yanaşayım derken rezidans falan yazısını görünce bisikletten düşecektim. Aman abi. Biraz daha ilerleyip önüme gelen ilk otele daldım. Fiyat diğer otelden pek aşağı kalır değildi. Anlamadığım burası saçma sapan bir şehir, tarihi mekanı yok, denizi yok, yani özel hiçbir şeyi yok; nedir bu fiyatlar olm, şaka mısınız?

Attım kendimi lüksün kollarına. Balkanlarda o parayı bir otele keş ver, muhtemelen bir daha kapını çalmaz, istediğin kadar kalabilirsin falan der. Kahvaltı da dahil değil. Kahvaltı için ekstra 6 euro daha istiyor. Bak Françeska’cığım dedim, senin canın dayak istiyor galiba? Sen bana wifi şifresini ver ve çık git hayatımdan dedim. Bisikleti de otelin bahçesine çekip, lüküs hayatın tadını çıkardım. Hangi tatsa o artık, boğazıma durdu.

Ertesi sabah kalktım, mutsuz uyandım. İnsanlık için küçük, benim gibi fakir bir turcu için büyük bir para ödemiş olmanın dayanılmaz pişmanlığı vardı içimde. Kendimi, barda tanımadığı bir erkekle dans ederken, hatırladığı son şeyin herifin ısmarladığı içki olan ve sabah bir yatakta çıplak uyanmış bir hatun gibi kirletilmiş hissediyordum.

O psikolojiyle çıktım otelden. Şehirden tam çıkmak üzereyken powerbank geldi aklıma. Her yere baktım yok. Hep geç geliyor aklıma böyle şeyler. Başka bir şey olsa üşenir dönmezdim ama bu, en çok kullandığım malzemelerden birisi. Mecburen döndüm yaklaşık on küsür kilometreyi gerisin geri. Odaya çıktım, orada yatıyor kuzu. Tamam, dedim, üzülme, bir daha bırakmayacağım seni yaban ellerde…

Tekrar koyuldum yola. O gün, İtalya’daki dördüncü günümdü ve hala bir pizza yememiştim. Bugün bir pizza yiyeyim diye düşünerek ilerlerken, bir pizza restoranı gördüm. Hevesle içeri daldım. Kapının hemen yanındaki menüden pizzalara baktım. Restoranlarda genelde İtalyanca yazdığı için ben artık seçeceğim şeyin içeriğinden ziyade, fiyatına bakarak karar veriyorum dsfas. En ucuzunu seçmiyorum ki, fakir sanmasınlar. En pahalısını seçmiyorum ki, zaten o kadar param yok sdfhusd. En ucuzunun bir üst segmentinden bir pizza seçtim, heyecanlı ve hevesliyim. BUNDAN İSTİYORUM dedim, içimdeki yıllardır tırrık pizza markalarımızdan herhangi birinin tırrık pizzasını kemirirken duyduğumuz “abi bunlar pizza mı ya, pizzayı İtalya’da yiyeceksin” diyen yurtdışı görmüş gevşek arkadaşların sözleri kulaklarımda yankılanırcasına. Eleman baktı yüzüme, maalesef bizde pizza yok, dedi. E, bunlar ne o zaman lan? Neden sövdürüyorsun beni? Burada yazı yazıyoruz? Anam babam okuyor olm bu yazıları, neden sövdürüyorsun yani şimdi beni?

Ne var, dedim. Makarna var, dedi. Gösterdi koca menüden seçebileceğim beş satır yeri. Yine fakir görünmeme tekniğiyle bir tanesini istedim. Anlamadığım bir şeyler sordu, okey okey, dedim geçtim. Şarap, dedi, ona da okey canım, dedim. Önce şarap geldi. Bizim lahmacuncuların tekniği kapmışlar. Önden meşrubatı getir, yemek gelene kadar bitirsin, sonra bir daha çak. Helal sana İtalyano, sen de çözmüşsün işi. Gerçi şarap da yarım litre geldi. Adamların eyvallahı yok hiçbir konuda. Vur diyorsun, kaç yerinden diye soruyor sdhfusad

Çok sürmedi, makarna da geldi. Şarap henüz bitmemişti. Boynunu bükerek uzaklaştı eleman dfshua. Makarna bildiğin makarna da, o üzerindeki sos olayı bir başkalaştırıyor, efsaneleştiriyor, nesilden nesile anlatılası bir macera haline getiriyor. Çok lezzetliydi. Ben makarnayı hüpletip, şarabı gömerken de yağmur başladı. Tam zamanında oturmuşum mekana yani. Şarapları da pek güzeldi namussuzların. Yarım litresi üç euro. Bizde leş gibi şarabın, bardağını içemezsin o paraya. Pizza olmadığını söylediklerinde azıcık sövdük ama makarnayla kurtardılar karizmayı. Çok da ufak bir rakam ödeyip, yağmur dinince devam ettim yoluma.

Yolun üzerinde Ferrara diye bir şehir vardı. Oradan geçip Bologna’ya doğru devam edecektim. Ferrara’ya girerken beni koca surlar karşıladı. Surların yanından, parkların içinden şehir merkezine doğru devam ediyordum. Parkta ilerlerken büyük şehirlerin vazgeçilmezi olan siyahi vatandaşlar, onlara doğru ilerlerken ayağa kalkıp ufak çaplı bir “nooluyor lan” hissi yaşatsalar da, hedeflerindeki kişinin hemen arkamdan gelen junkie olduğunu ve ufak bir alışverişin ortasına düştüğümü sonradan anladım.

Ferrara gayet güzel bir şehir. Fazla turisti yok. Yani en azından benim gittiğimde yoktu. Şehir surlarla kaplı ve gayet iyi muhafaza edilmiş. Şehrin ortasında etrafı sularla çevrilmiş şato/kale karışımı bir bina var. Burası şehir merkezi oluyor. Orada oturup bir İtalyan dondurması yaladım. Övüldüğü kadar iyi gelmedi ilk denemem. Bir dahaki sefere dedim.

Dünden yanan ağzım nedeniyle, bu sefer kaldırımda bile olsa otele para veremeyeceğime emin olarak ilerledim yollarda. Bir nehir kenarında, tarlalara giden ve yine “girilmez” levhasıyla beni karşılayan yola girip, önce fakirlerin ve bisikletçilerin değişilmez akşam yemeği olan makarnamı yedim, sonra kendimi İtalya’nın enteresan sivrisineklerinin şefkatsiz kollarına bırakarak, hafiften de “ulan şimdi sabahın köründe traktör falan geçmesin üzerimizden” tırsmığıyla uyumaya geçtim.

Yarın Bologna’ya ulaşacağım ve Po ovasının lanetli düzlüklerinden kurtulup, dağlarda kendime rahatça kamp yeri bulabileceğimin hayalleriyle uyudum. Gerçi yoldan geçen arabaların sesleri pek uyutmadı ama olsun. En azından beleş. Çok da şey yapmamak lazım yani.

1 yorumcuk var
  1. […] (su, içme suyu)” dedim, Almanca bile öğrenmiştim yani ama dayı onu da anlamadı. Yine bir İtalyadaki Japon barmen sendromu daha yaşıyordum. “Dayı wasser wasser” diyip, şişeyi ağzıma götürüyorum ama […]

“Alman Olmak Çok Güzel Lan!” – Hadi Görüşürüz için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir