Gavat Rick!

Yağmur altında kampı kurduktan hemen sonra yağmur dinmişti. Saat daha erkendi ve nehir gayet çekici görünüyordu. Normalde dere, göl falan gibi sulara girmeyi sevmem ama bir “yeminimi bozdum hulen” diyen Cüneyt Arkın edasıyla atıverdim kendimi sulara.

Birkaç kez kendimi sulara bıraktıktan sonra, standart yemeğimiz olan makarnayı  da yaptım ve dünden tatmin olamamış metal müzik gazımı almak için müzik eşliğinde uyuya kaldım.

Ertesi sabah hedefim Udine’ydi. Orada Türk bir warmshowers bulmuştum. Didem, yarın doğum günü olduğunu ve eşiyle (Massimilliano – ismin heybetine bak arkadaş) bir şeyler yapabileceklerini söyleyince ben gitmekten vazgeçmiştim, zira özel bir gün. Nasıl olsa çadır kuracak bir yer bulurum diye düşünmüştüm ama Massi’nin de ısrarıyla en son karar olarak oraya gitmemde anlaştık. İnsanları rahat bırakmam gerekiyordu ama uzun zaman sonra bir Türk’le karşılaşacak olmanın cazibesi de ağır bastı.

Çok yolum olmadığı için rahatça hazırlandım. Tam çadırı toplarken üç tane eleman geldi. Ayak üstü sohbet ederken, bir tanesi arabaya gidip, elinde bir bidonla geldi. Jan Fransua dedi sanırım ismine, tüm isimler heybetli aq. Bir de bizim isimlere bak, Mahmut. Cem. İnsanlara Cem diyorum, neyin kısaltması diyorlar. Yok aga benimkisi bu kadar işte, çük gibi, Cem diyorum bitiyor. Neyse. Fransua (kankim ya artık adını kısaltarak konuşuyorum) sana bir şey vermek istiyorum, dediğinde elinde bidon görünce baya sevindim, oo süper, suyum da bitmek üzereydi, dedim mataraya uzanarak. Fransua, hooop, bu içmek için değil, dedi. Bidona baktım, üzerinde ciyzıs kırayst ve meryem ana çizimleri falan var. Nedir bu, dedim. Özel bir suymuş, bir yerlerden geliyor dedi ama anlamadım. So fakin vat? Ne yapacağım ben bunu? sdlkfasj Bizdeki zemzem suyunun bir benzeri herhalde.

Kapağını açtı, eline biraz döktü, şaşkın bakışlarım arasında kulağıma, alnıma ve bisiklete birer damla sürdü. Benim, “ne oluyor aq” diyen şaşkın bakışlarım sürmeye devam ediyordu. Bu sana şans getirecek, dedi. He, tamam o zaman. sdlkafsad Sabah kutsanmasını da yaptık, hallaluya. Ayaküstü muhabbet sürerken benim başımda da bir hale oluşmaya başladı sdlfsdak. Tanrı çobanımdısdnaıfds

Neyse, eğlenceli bir muhabbet oldu yine de. Elemanlar da nehire biraz daha ilerde giriyorlarmış. Orası daha güzelmiş. Anlattılar bir şeyler de, o yağmur altında ben bulduğum yerden gayet memnundum tabi. Toparlanıp yola koyuldum.

Güzel ama aslında birbirinden pek de farklı olmayan köyler ve kasabalardan geçerek Udine’ye ulaştım. Didem’lerin evi Udine’nin biraz dışında, ufak bir köyde kalıyordu. Gittiğimde doğum günü için çiçek falan almak istedim ama köyde ufak bir bakkal bile yoktu. Çaresiz bir şekilde elleri boş olarak eve ulaştım.

Didem’le Massi, couch surfing sitesinde tanışmışlar yıllar önce. Massi’nin Türkiye ziyaretinde Didem kendisine rehberlik yapmış. Gelmeden önce ve döndükten sonra da uzun süre yazışmaya devam edip, en sonunda evlenmişler. Bir de Alp’leri var şimdi. Didem’le uzun uzun konuştuk, çok iyi geldi. Tura çıktığımdan beri özlediğim üç şey vardı: Çay, Rakı ve Taharet musluğu. Burada üçünü de bulmanın derin mutluluğunu yaşıyordum ?

Massi, alkol dağıtım firmasında çalışıyormuş, şapkamın çalındığını Didem’e söylediğimde, Didem ona telefondan yazmış, bana promosyon şapkalarından getirdi hehe. Akşam beraber barbekü yaptık ve ben çok özlediğim rakıyı da tadını çıkara çıkara yuvarladım. Kendileri pek içmediğinden, şişenin geri kalanını da bana verdiler. Yes beybi!

Normalde pek sevmesem de, efsane bir dondurmalı doğum günü tiramisusunu da gecenin bonusu olarak haneye yazdırdım. Buraların dondurmaları gerçekten de bi ayrı güzel sevgili okuyucu. İnsanın sürekli yalayası geliyor. Tiramisunun içine de bir güzel olmuş. Edit olarak, daha sonradan bir dondurma dükkanında tiramisu aromalı dondurma yaladım, behey, yok böyle bir şey. Daha sonra farklı ülkelerde de görüp yedim ama İtalya’daki bir başkaydı. Neyse!

Güzel bir akşamın ardından, güzel de bir kahvaltı yaptık. İki koca fincan demleme çayı yuvarladım büyük bir keyifle. Biraz daha muhabbetin ardından, İtalya ile ilgili bilmem gereken ufak tüyoları da alıp yola çıktım.

Günlerden cumartesiydi ve cumartesi günü her yer öğlen saatinde kapanıyordu. Turistik şehir merkezlerindeki birkaç yer hariç büyük marketler, benzinciler, barlar ve normalde yaşadığınız şehirde pazar günü açık olan diğer her yer. Açık olanlar ise sadece Hint, Türk, Arap ya da Asyalıların dükkanları. Pazar günü ise tamamen kapalı. Ve öğle saatlerinde tüm marketler iki ya da üç saatlik öğle arası veriyorlar. Tüm İtalya, az sonra kıtlık çıkacakmış, darbe olacakmış, her şeye zam gelecekmiş gibi marketlerde hafta sonunun erzağını depoluyordu. Bakın, normal mahalle marketinden bahsetmiyorum, bildiğin bizdeki kocaman marketler gibi marketlerden bahsediyorum. İtalya’da zaten ufak mahalle marketi yok gibi bir şey. 3-4 haftalık İtalya gezimde sadece bir iki kez bakkal tarzı market gördüm. Adamlar, dünya yansa umurumuzda değil kafasında yaşıyor.

Didem’den tüyoları aldığım için hazırlıklıydım tabi. Bütün marketler bizdeki BİM kafasında. Malzemeler yığılmış ve ucuz. Sadece bozulabilecek ürünler soğutucu tarzı dolaplarda tutuluyor, onun dışında “yahu hararet yaptım, şuradan soğuk bir su alayım” desen, bulamıyorsun. Bira falan ise tamamen hikaye. Hadi bir kola alayım desen, o da yok. Bir meyve suyu alayım diye marketi dört kez dolaştım. Ben mi göremedim acaba dolapları diyorum ama yok ?

Treviso

Sonra vazgeçip, eldekilerle idare etmeceli olarak devam etmeye karar verdim. Yol üzerindeki Treviso şehrine uğradıktan sonra Venedik’e doğru devam ettim. Treviso da her İtalyan kenti gibi, tarihi dokusu korunmuş, keyifli bir şehir.

Treviso

Buralarda kamp yaparım diyordum ama artık İtalya’nın ovalık bölgesinde olduğum için her yer ya tarlaydı ya şehirdi ve kamp yapabilecek hiç yer yoktu. Nadiren bulabildiğim bir internetten civarda ucuz hostel falan baktım ama hostel yok, oteller ise etiket fiyatını Hilton’la eşit tutmuş. En uygun olarak kamp alanı buldum, Venedik’e girmeden, yakın bir yerdi ve kişi ücretinin 10€ falan olduğunu görünce oraya gitmeye karar verdim.

Treviso

Mekana vardım. Yanlış hatırlamıyorsam yakasında Rick yazan bir gavat karşıladı beni. Bu akşam kalmak istiyorum, dedim. Herifin bir bakışı var, sanki “eşinizle yatmak istiyorum” demişim. Şöyle bir süzdü falan. Bir afralar, tafralar. Sana mı yer vericez lan fakir, diyen bakışlar.. Ne kadar kalacaksın, dedi, bir gece, dedim. Peki ama sadece bir gece?, dedi. Lan noluyor, müşteriyim lan ben, parasını veririm, istediğim kadar kalırım dürrük!

Uzatmak istemedim, neyse, dedim. Bir gece kalıp, siktir olup gideceğim neticede. Bu hala artist artist konuşmaya devam ediyor tabi. Ücreti de 19 euro çıkarttı. O niye dedim, 10 euro kişi başı giriş ücretiymiş, 9 euro da çadır kurma yeri içinmiş. Ulan. Hadi ona da neyse, dedim, zira hava kararmış, fazla seçenek yok. Büyükçe bir plandan yerimi gösterdi. Check out kaçta dedim. 10’da ama sakın bir dakika bile geçmesin, dedi. Hay dedim, şimdi geliyor bak Osmanlı tokadı. Ulan, gavat Rick, geçerse alırsın bir günün parasını daha, neyin artistliğini yapıyorsun. Muhatap olmak istememenin yanında, şu gavatın ağzına sıçabilecek kadar iyi ingilizce bilmemem de eklenince, yine derin bir neyse, çektim.

Gidip çadırımı kurdum. Duş almaya gittim, sular buz. Bir kez daha sövdüm Rick’e. Haydi, bir kez de hep beraber sövelim. Üç deyince, gavat Rick diyoruz ve üç! Gavat Rick!

Yemeğimi yaptım, restoranda satılan kavundan satın aldım ve eldeki imkanlarla güzel bir rakı sofrası kurdum kendime. Aşırı lüks bir piskletçiyim aga.

Ertesi sabah Rick’e küfürler savurarak çadırımı toplamaya devam ettim. Yeniden küfretmem için geçerli bir sebep yoktu belki ama geceden kalma ufak bir alışkanlık diyelim. Niyetim Venedik’e geçip, öğlene kadar oralarda takılmak ve Rimini istikametine devam etmekti. Tamamen toplandım ve erkenden çıktım. Venedik yoluna saptım ama Venedik bir ada olduğu için tek bir yol vardı ve o yolun da sağ tarafını tramvay, sol yanını da araçlar kullanıyordu. Bisikletin girmesi yasak değil ama durum sanki biraz “yerse” olayına dönmüştü. Yiyorsa gir kullan kardeşim demişler. Hesapta bir de bisiklet yolu var ama kapalı. Tadilat vardı benim gittiğimde. Bir şekilde ensemde bir tramvay bitmeden, yüksek süratle köprüyü geçtim ve ada kısmına ulaştım.

Kendimi tam bir burjuva hissetmek istiyordum açıkçası. Bir kanalın yanında, güzel bir mekanda şarap içeyim istiyordum. Velhasıl, bisikletle birlikte ilk köprüyü geçtikten sonra ikinci köprüde bisikleti geçirmem için düz bir zemin olmadığını görmek, biraz hayal kırıklığı oldu. Aralardan falan dolaştım, bir köprü daha geçtim ama bundan sonrası yoktu. Öylece kaldım elimde bisikletle. Bir otopark bulup bisikleti bırakayım diye düşündüm. Civardaki otoparklar ya bisiklet kabul etmiyor ya da 10 euro gibi saçma sapan bir rakam istiyorlar. Bir tanesi de umuma açık bir park tarif etti ama oraya da girince sidik kokusundan içeride duramadım. Zaten güvenliği yok, allaha emanet duruyor öyle. Hadi bisikleti bağladım, çantaları ne yapacağım. Tek çantayı götürseler hayatın kayar.

Çıktım bisiklet parkından, şöyle bir baktım Venedik’e, derin bir nefes alıp, “s.kerler Venediğini” diyip tekrar köprü yoluna saptım. İki sokaklık Venedik turu yeterdi. Adam olana çok bile. Velhasıl, gavat Rick’e bir yandan, köprülere tekerlekli araçların geçebileceği bir yol yapmayan belediyeye bir yandan söve söve köprüden yardırmaya başladım. Köprünün tam ortalarına geldiğimde, korktuğum da başıma gelmiş ve arkamda bir tramvay belirmişti. HAH, dedim, bir sen eksiktin. Köprü dediğime de bakmayın, baya uzun bir köprü. Ha dediğinle de geçilmiyor. Ha. Bakın, geçilmedi. (Özkan Tınmaz’ın bilgisayarını kullandığım için bundan sonra böyle kötü şakalara alışmalısınız sdljfsad)

Venedik

Venedik

Biz, Türk bisikletçiler olarak, arkamızda bir araç olunca korkuyoruz. Telaşlanıyoruz. Paniğe kapılıyoruz. Neden? Çünkü alışmışız. Arkadan gelen sürücü sıfatındaki hayvan mutlaka kornaya basacak, mutlaka sıkıştıracak, mutlaka aynayı sürterek sizi tehlikeye atacak, en kötüsü küfredecek bol bol. Ben de normal olarak paniğe kapıldım zira arkamda TRAMVAY VAR. Kocaman. Yardıra yardıra geliyor. Araba şeridi boştu, oraya geçtim, ki geçsin beni. Geçmiyor herif. Arabalar da gelmeye başlayınca tekrar tramvay şeridine geçmek zorunda kaldım. Arkamdan yavaş yavaş geldi adam. Yol verebileceğim bir boşluk bulana kadar bekledi, yol verdim, geçti gitti. Adamlar çok sakin ve sana saygı duyuyorlar ama işte, bizim psikolojiler bozulmuş aga. Üç buçuk atarak sürüyoruz arkamızda bir araç varken.

Uygun bir yere geçtim, rotaya baktım, gideceğim yerlere baktım, İtalya ovasından hızlıca kaçma isteği doldu içim. Rimini’ye gitmekten vazgeçip, rotamı Bologna’ya çevirdim. Yeniden dağlara, tepelere ve serin havalara, bol sulara, güzel köylere ve güler yüzlü insanlara..

Tabi önümde aşmam gereken koca bir ova ve hafta sonu vardı.

İlk yorum yapan sen ol!

Anonim için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir