Back To The Chaos

Uzun ve yorucu günün sonunda kendimizi kamp yerine atmış, karnımızı doyurmuş, biralarımızı yudumlamıştık. Ertesi gün erken kalkıp yola düşeceğimiz için bisikletle gelenler olarak erkenden yattık. Bu haftasonu turunun en büyük amacı kendimi test etmek, sınırlarımı ve kapasitemi görmekti ama bununla beraber, benimle birlikte tüm Avrupayı dolaşacak teknik malzemelerin durumunu görmem açısından da önemliydi. Bu malzemelere güvenerek yola çıkıyorum ve yaşanabilecek her türlü sorun, turun sağlıklı devam edebilmesi açısından büyük önem taşıyor.

[​IMG]

Bu açıdan, sınava iki eksi not ile başladık. Bu zamana kadar beni hiç yarı yolda bırakmayan ve kalitesiyle her zaman beni mutlu eden Husky çadırımın pole’undan bir tanesi kurulum sırasında ortadan yarıldı. Bu haliyle de kuruldu ancak iskelette dengesizlik olduğundan üst branda tam ayarlı oturmadı ve içten terleme yaptı. Bu çadırdaki en sevdiğim özellik terleme yapmamasıydı ve bu kırık nedeniyle bu en önemli özelliği büyük bir darbe almıştı. Bunun dışında, 650 gramlık hafifliğiyle trekking turlarında en sevdiğim malzemem olan uyku tulumum, bu mevsimdeki kamplar için pek uygun olmadığını gösterdi. Zira kıçım dondu. Üşüdüğüm için sürekli uyandım ve rahatsız bir gece geçirdim. Avrupa turumda birçok zirve geçeceğim ve dolayısıyla yüksek yerlerde zorunlu bir kamp yapma ihtimalim söz konusu olabilir. Yüksek rakımlarda bu uyku tulumuyla kamp yapma ihtimalini düşünemiyorum. Çadırı yedek pole alarak onardım, şu an bir problem yok ama uyku tulumu konusunda biraz daha düşünmek gerekecek.

Bunun dışında eğer kamp yapıyorsanız ve gece uyandıysanız dışarıdan gelen yürüme sesleri duymamanız imkansız. Aslında öyle bir ses olmasa da varlığına dair sarsılmaz bir inanç oluşuyor bilinç altınızda. “aha” diyorsun, “bu sefer kesin biri var!”, korka tırsa çadırdan kafanı çıkarıyorsun ama kimse olmuyor. Ya da bir hayvanın geldiğini düşünüyorsun ama o hayvanın sesini duyduğuna ne kadar emin olursan ol, göremiyorsun. Bunlar toplum hayatına alışmış narin psikolojilerimizin, doğal ortama girince sapıtmasından kaynaklanıyor bence. Oksijeni yiyen beynin sarhoşluğu sanırım. Genelde bu tür sesleri uyandıktan hemen sonra, sersem halinde duyarsın -ya da duyduğunu sanırsın-, biraz kulak kesilince, psikolojik olarak orada bir ses olduğuna inandığın için sesleri daha net duymaya başlarsın, cesaret edip dışarı çıkınca da hiçbir şey olmadığını görüp tekrar çadırına dönersin ve o sesleri bir dahaki uyanma seansına kadar bir daha duymazsın. Avrupa turumda çadırımda tek başıma olacağım gerçeğini düşününce kendimi bu psikolojiye iyi hazırlamam gerektiği gerçeği, çadırımın dışında ses çıkartarak yürümeye başlıyor :p

[​IMG]

Üşüyerek ve birçok kez uyanarak sabahı etmiş, akşam içtiğim biraların, dün akşam mutluluk veren etkisinin, kendimi bir pislik gibi hissettirmesine neden olan evrimini yaşıyordum. Anlık bir yağmurla beraber artık çadırdan çıkıp hazırlanmamız gerektiğini düşündüm. Aynı anda Osman abi de kendi çadırından çıkıyordu. Yağmur, start çizgisinde bekleyen 100 metrecilerin koşmaya başlayabileceğini işaret eden hakemin ateşlediği tabanca etkisi yaratmıştı üzerimizde. Hemen çadırdan çıkıp etrafı toparlamaya, ateş için odun toplamaya başladık. Gece yaktığımız ateşin közleri hala durduğundan ateşi yakmamız çok uzun sürmedi. Mayıs ayında Türkiye içinde yapacağımız turda kullanacağımız ocağı da su kaynatmak için burada test ettik. Gayet başarılı ve hafif bir ocak olarak iki kişilik aktivitelerde muazzam iş görür.

Çayımızı, kahvemizi içtik, kahvaltımızı yaptık. Arabayla gelen arkadaşım eşimi eve bırakacağı için fazlalık yüklerimi arabaya satarak, ihaleye fesat karıştırdım :p Dönüşte daha hafif bir şekilde yola koyuldum. Dün akşam ağrımaya başlayan bacaklar, sabah gayet iyiydi. Otoban ve kamp alanı arasındaki yolda, kampa giderken hiç fark etmediğim yokuşları tırmandık, giderken arkamızdan esip kendimi Cancellara gibi hissetmeme neden olan rüzgara karşı tırmaladık, bir anda karşımıza sinsi gibi, piç gibi, adeta bir şerefsiz gibi havlayarak çıkan köpekle gerginlik yaşadık. İnatçı da çıktı namussuz. Bir de, bir köpekle karşılaşmayı isteyeceğiniz en son yerdeyiz, yokuş çıkıyoruz. Bassan basamazsın, dönsen başka bir dert. Hemen bisikletten inip ona patronun kim olduğunu göstermek için yerden kaptığım taşı; şaka lan, skjsdkd yapar mıyım öyle şey. Sakin bir şekilde, yürüyerek ve yaklaştığında aynı kararlılıkla bağırarak köpeği şaşırttık. Zaten mevzu onların bölgesinden çıkana kadar. Bölgesine sıçtıklarım, aklımızı alıyorlar o bölgede. Namussuz gerginliği yarattı ama bu sayede vücut güzel bi adrenalin de salgıladı, yokuşu nasıl tırmandığımızı hatırlamıyorum bile sjdka :p Neyse!

Ortalama bir tempoyla kolayca tekrar otobana ulaştık. Gelirken uzun süre sürüp, daha fazla dinleniyorduk ama dönüşte daha kısa sürüp, daha kısa molalar vererek sürdük. Bu mola tipi bana daha çok uydu, bacaklarda ağrılar sürse de kendimi gayet iyi hissediyordum. Benim en büyük sıkıntımın anlık enerji düşüşleri olduğunu düşünüyorum. Kısa ve bol mola vererek bu sorunu aştık ve dünküne göre daha fazla dursak da, daha az zaman kaybederek ilerledik. Önümüzde tek uzun yokuş vardı, onu da çok zorlanmadan yavaş yavaş bitirdik. Yokuşu çıktıktan sonra, bir süre rüzgarın tam arkamızdan esmesi bu bölümü çok rahat ve hızlı aşmamızı sağladı ama her bisikletçi çok iyi bilir ki, bu asla çok fazla sürmez :D Arnavutköy sapağından sonra rüzgar sürekli sağ ön tarafımızdan eserek bizi baya zorladı. Osman abi önümde giderken bir anda sol-sağ yapıyor, sanki yerdeki bir şeyden kaçıyor gibi oluyordu. Neden kaçtığını anlamaya çalışırken aynı yere geldiğimde sağdan aniden çarpan rüzgarla gidon kendiliğinden sola doğru kırılıyordu ve aynı şeyi ben yapıyordum :)

[​IMG]

Ormanlık ve sakin yollardan sonra Arnavutköy bize tokat gibi çarptı. İki güzel günün sonunda ilk ciddi küfürler edilmeye başlanmıştı. Trafik, bozuk yollar, şehir magandaları (adam hem arabayı kullanıyor, hem de camdan sarkmış havaya ateş ediyor! Çatışmanın içine düştüğümüzü sandım bi an ama yok, yavşak herif düğüne gidiyor), bitmek bilmeyen minibüs engelleriyle birlikte Arnavutköy cehennemini bitirdikten sonra, hayatımda gördüğüm en bozuk yollara sahip Habipler üzerinden Gazi mahallesine geldik. Osman abiyi eve bıraktıktan sonra “güneşli havayı gören İstanbulluların sahillere akması” haber başlığının, trafik olarak hayatımıza dönüşünü yaşayarak Eminönü’ye ulaştım. Vapur, güzel bir dinlenme molası oldu ama çok yorgun olduğun zamanlarda, yeniden ayağa kalkmak hep daha zor gelir. Vapurdan sonra eve ulaşmak için 8 kilometre boyunca sürekli tırmanmam gerekiyordu. Avrupa’da karşılaşacağım 15-20 kilometrelik yokuşları düşününce gülümsedim, pedala yüklendim ve neredeyse eve kadar hiç durmadım.

Uzun zamandır bu kadar yüksek kilometreler yapmadığım için ilk etapta zorlandım ama problemsiz bir şekilde turu tamamladım. Mayıs turu için hazırım! Hell yeah! \m/

İlk yorum yapan sen ol!

Anonim için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir